...
Yükselen Türk Faşizmi
Ahmet Alim -21 Ekim’de başlatılan kampanyanın bir haftalık bilançosuna bakıldığında, Türkiye’deki faşist rejimin gün ışığına çıktığını görüyoruz. Aşağıda faşizimin bazı karakteristikleri bu faşist rejimin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Devlet içinde ve yanında başka bir devlet olan silahlı gizli servisin merkezi önemi. Kendi taraftarlarının gözetim altında tutulması.
Militarizm: Ekonomik hayat da dâhil olmak üzere toplumsal hayatın militarize edilmesi. Militer kitle yürüyüşleri ve büyük gösteriler faşizmin en önemli görünüşleridir.
Bilimlerin taraflılık yasasının egemenliği altına alınması.
Kitle seferberliği, parti propagandası yoluyla toplumsal alanın ve kitle iletişim araçlarının tekelleşmesi çabası.
Toplumun sürekli kışkırtılması, devrimci ilan edilen konular lehine zorunlu coşkunluk.
Eğitim ve öğretim üzerinde etkinlik.
Pasifizmin aşağılanması.
Politik karşıtın ortadan kaldırılması eğilimi. Karşıt düşmandır.
Parti milisleri. Paramiliter çeteler.
Erkeklik vurgusu.
Bayraklar, yürüyüş kolları ve ritüel kitle gösterilerinde taşınan üniformalar gibi politik sembollerin abartılı kullanımı.
Faşist rejimlere has özellikleri bünyesinde barındıran ve bunu başarıyla gizleyen TC rejimi, içinde geçtiğimiz bu süreçte açığa çıkartarak faşist karakterini saklamaktan vazgeçmiştir. Bunları tek tek ele aldığımızda, Türkiye’de derin devletin varlığı genel kabul gören bir olgudur. Asker millet ve her Türk asker doğar söylemleri milatarizmin toplumun tüm hücrelerine nüfüz ettiğini gösteren bir öğedir. Türkiye’de üniversite hocalarının yürüşler düzenleyerek, bu yürüyüşlere cübbeleriyle katılmaları ve ürettikleri resmi ideolojiler bilimsel taraflılığın kanıtıdır. Kitleler Kürtlere karşı Ordu-Sanayi kompleksinin tarafından yönlendirilmekte ve kitle iletişim araçları Ordunun hizmetine koşulmuştur. Topluma sürekli olarak enjekte edilen propagandalar sonucu Kürtler hedef haline getirilmiş, sokakta geçen Kürtler linç ve Kürtlere ait işyerleri, Kristal Gecesinde olduğu gibi, yağma edilmeye başlanmıştır. Eğitim ve öğretim Türk ırkçılığı temelinde düzenlenerek Kürtler, Aleviler vd yok sayılmaktadır. Türkiye’de, Barış talep edenler Kürtçü ilan edilerek izole edilmektedir. 1990’lı yıllardan beri işlenen faali meçhul cinayetler politik karşıtların elimine edilmesinin en açık örnekleridir. Devlet içinde örgütlendirilen çeteler ile MHP ve BBP gençlik örgütlenmeleri Faşist TC rejiminin paramiliter çeteleridir. Türkiye’de erkelik vurgusunu tartışmaya daha gerek yoktur.
Gül’ün Cumhurbaşkanlığına ilk defa aday olduğu bahar aylarında denenen bayraklı yürüyüşlerle toplum hazırlanmış ve 21 Ekim’den itibaren bayraklı yürüyüşler isterik bir hal alarak faşist TC rejiminin gerçek yüzünü açığa çıkarmıştır. Yaratılan terör ortamında, sıradan bireylere düşünme ve itiraz etme olanakları verilmeyerek hüsseden ve hisetmeyen herkesi uymaya zorlayan bir ortam yaratılmıştır. Böylece, herkes bayraklı yürüyüşlere katılmaya zorlanmış ve evlerine bayrak asmak zorunda bırakılmışlardır. Bunu yazılı ve görsel basın iyice pompalayarak; ilgili ve ilgisizm bilgili ve bilgisiz sanatçı, futbolcu vb herkesi Kürtlere hedefe alarak faşist dalga iyice yükseltilmiştir. Bu faşist dalga, Türkiye’de devrimci ve demokratların marjinalden de az olduğunu gösteren bir olgudur. Yani, Türk solu ulusal bir sol olup Nasyonal sosyalizmden beslenmektedir. Bu anlamda, Türkiye’de Kürtler yalnızlaştırılma sürecine girmişlerdir ve onlara Türk olmak yada yok edilmek dayatılmaktadır.
20 yüzyılın ilk jenosidini Ermeniler üzerinden gerçekleştiren İttihad ve Terraki’nin devamı olan TC rejimi, 21 yüzyılın ilk açık faşist rejimini hayata geçirmektedir. Ben bu tespitlarden sonra Rahip Niedermeyer’in Nazi Almanyasında yaşadıklarına ilişkin söylediklerini hatırlatma gereği duyuyorum:
Hitler iktidara geldi... Önce Yahudileri götürdüler, ben sustum, hepimiz sustuk... Karşı çıkmadık... Sonra komünistleri götürdüler... sustuk karşı çıkmadık... Sosyal demokratları, demokratları götürdüler yine sustum... Hiristiyan demokratları götürdüler yine sustum... Ben din adamıydım, politikayla ilgilenmiyordum, karşı çıkmadım... En sonunda beni götürmek için geldiler... Kimse karşı çıkmadı... Çünkü karşı çıkacak kimse kalmamıştı!...
Kürtler propaganda(!) silahına sarılıyor
Semih Idiz-Milliyet
Irak heyetiyle Ankara'da yapılan görüşmelerin başarısızlığı Kuzey Irak'a dönük bir askeri harekât olasılığını artırmıştır. Şu anda "fren" görevini gören tek şey Başbakan Erdoğan'ın 5 Kasım'da Başkan Bush ile yapacağı görüşmedir. Ancak, bu görüşmenin de sokağın öfkesini dindirme ihtimali sıfıra yakındır. Nitekim, ABD'li yetkililerin de dahil oldukları Irak heyetiyle Ankara'da yapılan müzakereler, Türkiye'nin bu meseleye atfettiği hayati önemin karşı tarafta hâlâ anlaşılmadığını ortaya koydu. Aslında bu başarısız görüşmelere farklı bir açıdan bakmak da mümkün. Uluslararası medyada çıkan "Türkiye-Irak barış görüşmeleri çöktü" haberleri ne demek istediğimizi ortaya koyuyor. Kısacası, konu hızla, "Terör örgütü PKK'ya karşı operasyon" algılamasından, "Irak ile savaş" algılamasına kayıyor. "Ankara'nın ayağına giden Irak heyetinin barışçıl çağrıları Ankara tarafından reddedildi" izlenimi ise Türkiye aleyhinde kullanılmaya çalışılıyor.
Dış basında eğilim değişiyorBaşka bir ifadeyle, Irak siyasetini güden iki temel unsurdan biri olan Iraklı Kürtler, Türkiye'nin büyük askeri gücüne karşı propaganda silahına sarılıyorlar. Barzani'nin, "Türkiye'nin derdi PKK değil, Kürtler" şeklindeki demeçleri de zaten bunun bir parçası.Bu arada, PKK'yı "terörist" yerine "gerilla", hatta "direnişçi" olarak görme eğilimi de artıyor. Dış haberler müdürümüz Kadri Gürsel, dünkü yazısında, Batı basını açısından bunun nedenlerini ortaya koydu. Ancak, "Doğu basını"nda da durum pek farklı değil. Buna PJAK ile mücadele eden İran da dahil. Tehran Times'ın konuyla ilgili yazılarında PKK için "terörist" tanımlamasını kullandığını görmedim. El Cezire'nin İngilizce kanalı ise "Kürdistan İşçi Partisi savaşçıları" ifadesini kullanıyor.Hizbullah ve Hamas'ı "terör örgütleri" olarak görmeyen Arap kamuoyunun "terörizm" tanımı da zaten bizimkine pek uymuyor. Gürsel'in ifadesini kullanacak olursak, "gerilla romantizmi"nin Ortadoğu'da çok daha yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Bu arada uluslararası basında Kürtler için, "Zulüm gören, dünyanın tek vatansız milleti" türünden ifadelerin çoğalması dikkat çekiyor. Aynı şekilde, BBC muhabiri Sarah Rainsford gibi bazılarının Kürt asıllı Irak Dışişleri Bakanı Zebari'nin ağzıyla konuşmaları da dikkat çekiyor.
'Dağlıca baskını hâlâ net değil'Örneğin, "Dağlıca baskını konusundaki gerçeklerin hâlâ net olmadığını" savunan Rainsford, 27 Ekim tarihli "From Our Own Correspondent" adlı programda, "Resmi kanallardan alabildiğimiz bilgiler, açtığınızda askeri marşlar çalan Genelkurmay'ın internet sitesindekilerden ibaret" ifadesini kullandı. Rainsford gibilerinin, "PKK'nın Kürtleri ve haklarını savunduğuna" dair görüşlere daha çok yer vermeleri ise meselenin hangi istikamete çekilmeye çalışıldığını gösteriyor.Uzun lafın kısası, savaşlar artık sadece top, tank ve tüfekle yapılmıyor. En güçlü silah bazen medya kanalıyla yapılan propaganda olabiliyor. Askeri stratejler de zaten "propaganda" boyutunun göz ardı edilmesinin sakıncalarını çok iyi biliyorlar. Kuzey Irak'a operasyon konusu tartışılırken bu gerçeğin de hesaba katılmasında yarar var.
Medya İmha Politikaları Uyguluyor
Bıanet-"Cizre'de basın silah kadar korkutuyor." Bence medyanın şu andaki 'durumunu ve yarattığı etki daha özlü açıklanamazdı. Evet, medya silah kadar korkutuyor, kaygılandırıyor, öfkelendiriyor.
Arkadaşımız Sakine Gezen'in bianet'te yayımladığımız Cizre izlenimlerinin başlığı bu cümle. Cizre'yi çıkartın yerine Şırnak, Diyarbakır, Hakkari koyun, ne değişir? Peki İzmir'de, Samsun'da basın silah kadar korkutuyor diyebilir miyiz? Medya kimini korkutuyor, kimini kışkırtıyor. 'Dahası medyadaki ayırım "doğru", "yanlış" gösteriminden ziyade "vatanseverler" ve "hainler-düşmanlar" tarzında. "Yok etmek", "imha etmek" tarzı yol göstermeler, "dansöz", "hain", "30 cesetle inlerine döndüler" tarzı tanımlamalar, anlatımlar... Tabii ki burada, egemen medyadan ve egemen medyanın esas olarak manşetlerinden, haberlerinden, yayın politikasından söz ediyoruz. Sayıları az da olsa "barış haberciliği" perspektifinden yazan köşe yazarlarını da anmadan geçmeyelim.
Bu "çatışmacı" yaklaşımın televizyonda ve internette geldiği nokta insanı daha da dehşete düşürüyor. İnternette, özellikle Hürriyet gazetesinin haberlerin peşinden yayımladığı okur yorumları nefret söyleminin en korkutucu örneklerini sunuyor.
İnternet anketleri de hakeza. Yine Hürriyet, "sekiz askerimiz ellerinde, İsrail olsa ne yapardı" diye soruyor. Yanıtlara baktığınızda, yüzde 1,9 diplomasi, yüzde 63,5 kara harekatı yolunu gösteriyor. Hürriyet bunu neden soruyor acaba?
Televizyondaki görüntüler ve tartışma programlarının geneldeki tek sesliliği de ülkedeki ortamın gerilmesinin başlıca sorumluları arasında yer alıyor bence. Özetle, medya genel çizgisiyle artık savaşın, çatışmanın sözcülüğünden de ileri giderek kendini general, genelkurmay başkanı, başbakan yerine koydu. Medya "imha politikaları"nı belirleme peşinde. Ölüm, ölüm... daha çok ölüm istiyorlar... 8 Asker şimdi PKK'nin elinde. Hani askerler kutsaldı? Aileleriyle yapılmış kaç röportaj okuduk?
Medya etiğinden falan söz edemeyiz, işte "medyanın etiği " bu... Yayın yasağı getirdiler; ne kadar gülünç! Medya sanki neyi nasıl yapacağını bilmiyormuş gibi.. Bu medyanın yasalara ihtiyacı yok, otosansür her şeye yetip artıyor.
Biz bianet'te barış haberciliği yapmaya çalışırken, barış haberciliğinin ne olduğu üzerinde yazılar yazıyor, çeviriler yapıyor, yayımlıyoruz... Bir tek Milliyet bizim barış gazeteciliği rehberini yayımladı.
Prof. Johan Galtung barış gazeteciliğinin sağlık gazeteciliği gibi olmasını öneriyor. İyi bir sağlık muhabiri hastanın vücudu yiyip bitiren kanserli hücrelerle mücadelesini anlatacaktır. Ama aynı zamanda kanserin nedenlerinin -yaşam tarzı, çevre, genetik yapı gibi- yanı sıra olası çarelerin tamamını ve koruyucu önlemleri de anlatacaktır. Yani spor muhabirliği değil, sağlık muhabirliği. O ne kadar iyi işliyor bizde ayrı konu.
Özetle haberlerin, "barış odaklı", "gerçek odaklı", "insan odaklı", "çözüm odaklı" olması gerekiyor; "nefret", "şiddet", "ölüm" odaklı değil. Elbette, bir de dil meselesi var her şeyin üstünde; "militarist", "ayrımcı", "şiddet" ve "nefret" dilinden vazgeçmenin yollarını bulmalıyız. Dil masum bir şey değil, bütünüyle ideolojik ve iktidarı yeniden yeniden kuruyor, "öteki"ni yeniden yeniden yok ediyor. Gazeteci sadece haklardan, barıştan ve yaşamdan yana olabilir.
Her "kriz" durumunda "savaş ve medya" soruşturmaları yapıyoruz. Yapmak zorunda kalıyoruz, diyelim. Galiba, örgütlenmenin önemine değinmek zorundayız yine. Gazeteci örgütleri bir özdenetim derdinde değil... Bugün baktım, Basın Konseyi gazetenin birini "ayrımcılıktan" uyarıyor; dert başka; bizim tartıştığımız yerden baksalar uyarılmadık kaç gazete kalırdı acaba? Gazetecilerin öncelikle "ben ne yapıyorum" sorusunu kendilerine sorması gerekiyor, haberlerine sahip çıkmaları gerekiyor, haber yayımlandığında zor tanıdıkları haber için editörlerle tartışmaktan kaçınmamalılar.
Okur temsilcilikleri var kimi gazetelerde. Okur/izleyici/seyirci olarak hangi başlık için, hangi içerik için kaç kere bir gazeteyi, televizyonu, radyoyu aradık? Bu soruyu herkesin kendine sorması ve piyasa deyimleriyle söylersek nasıl ki aldığımız bir şey bozuk çıkınca önce şikayet ediyor, sonra geri veriyoruz; medyaya da tüketici olarak eleştiri ve dolayısıyla müdahale hakkımız var. Kullanalım. (NM/TK)
* Nadire Mater'in yazısı, 28 Ekim 2007'de, Birgün gazetesinde yayınlandı.
Mesut Barzani'ye açık mektup