'Sayın yargıç, Öcalan'ın rolü kalıcı barışın teminatıdır'
Öncüsüne sahip çıkmak; insani, vicdani, ahlaki ve siyasi bir sorumluluktur. Bu bağlamda 'PKK halktır, halk burada!' sloganıyla sokaklara dökülen milyonlarca yurttaşımızın çığlığından süzülen mesajı doğru okumak gerekir. Kürt halkının barış, özgürlük ve eşitlik istemlerini 'terörizm'le tanımlamak halkımızı incitmektedir.
'Kürtlerin 3 önderi var' dediği gerekçesiyle 2 yıl hapis cezası alan DEP eski Milletvekili Leyla Zana'nın, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi'ne sunduğu savunmasının tam metnini yayımlıyoruz.
Sayın Yargıçlar,
Öncelikle belirtmek isterim ki, düşüncelerimden dolayı yargılanıyor olmayı Türkiye demokrasisi açısından bir ayıp olarak kabul ediyorum. Düşüncenin, terörle mücadele kapsamında değerlendiriliyor olması da bir başka güncel ve yakıcı soruna dikkat çekiyor.
Aslında düşünceyi ifade edebilme diğer tüm özgürlüklerin teminatıdır. Düşünce özgürlüğünden yoksun olmak, en temel insani haklardan mahrum kalmakla eş anlamlıdır. Düşünce özgürlüğü genel kabule göre, üç ana unsurun bileşkesinden doğmaktadır. İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve bir düşünceyi yayma özgürlüğü... Herhangi birinin eksikliği, o ülkede düşünce özgürlüğünden söz edilmesini olanaksız kılıyor. Sözkonusu eksiklik aynı zamanda çoğulculuğun da gözardı edilmesine neden oluyor. Oysaki evrensel hukuk, 'önce devlet' anlayışından 'önce insan' anlayışına doğru bir evrim geçirdi.
Ne zaman düşünce özgürlüğünden ve bu özgürlüğün kullanımından söz edilse, hemen gelişmiş demokratik ülkelerde de düşünce özgürlüğünün sınırsız ve sonsuz olmadığı hatırlatılır. Konuyla ilgili yapılan araştırmalara göre; 'Türkiye dışındaki ülkelerin hemen hepsinde, düşünce açıklamasına getirilen sınırlama 'devletin güvenliği'ni değil, 'sosyal barışı' ve 'halkın güvenliğini' esas almaktadır. Dolayısıyla, başka ülkelerde benzer yasal düzenlemeler bulunduğu iddiası olayın çarpıtılmasından başka bir amaç taşımamaktadır.'
Sayın Başkan,
Kürt halkı Ortadoğu'nun yerleşik en eski halklarından biridir. Türkiye-İran-Irak ve Suriye devlet sınırları içinde yaşayan Kürtler, yaklaşık 200 yıldır varoluş mücadelesi veriyor. Bu süre içinde pek çok katliamın da mağduru olan Kürtler, 40 milyona varan nüfusları ile tüm ulusal ve demokratik haklarından yoksun bırakıldılar. Bazı tarihçilerin nüfusun daha fazla olduğuna yönelik tespitine rağmen, Kürtlere özgü, objektif bir nüfus sayımı yapılamıyor. Kürt halkı, Şeyh Mahmud Berzenci'den, Şeyh Sait'e, Seyid Rıza'dan Melle Mustafa Barzani'ye, Mahabad isyanından PKK'ye kadar uzanan yüzyıl boyunca 'statü' mücadelesi verdi.
20 milyon civarındaki nüfusuyla, Türkiye sınırları içinde, yasal tanımıyla 'Türk' kalan Kürtler, çeşitli dönemlerde legal yöntemlerin tümünü denemiş olmalarına rağmen, demokratik kanallar hiçbir zaman istenilen düzeyde açılmadı. Cumhuriyetin kuruluşunda Kürtlerin demokratik haklarının anayasal güvence altına alınmaması; kendilerini yasal alanda ifade etme olanağının tanınmaması beraberinde 'zulme karşı direnişi' de getirdi.
'Böl-Parçala-Yönet' ve 'Ret-İnkar-İmha' siyaseti, karşı-şiddeti doğurdu. PKK, bu dramatik dayatma ve yok etmeyi içeren haksızlığa karşı çıkışın bir sonucu olarak ortaya çıktı. 'Kürtlerin tarih boyunca 28 kez başkaldırdığı, PKK'nin 29. başkaldırı olduğu ve bunun da bastırılacağı' gerekçesiyle geliştirilen anti-demokratik uygulamalar, değişmeyen bir resmi devlet politikasına dönüştü. Değişen zaman ve farklı hükümetler maalesef bu siyaseti değiştiremedi. Sistem içinde eriyenler; milletvekili, bakan, general, üst düzey bürokrat, işadamı, para, mal, mülk vesaire sahibi olurken; asimilasyonu reddedip, ulusal kimlikte ısrar edenler mağdur olarak yok sayıldılar. Ezildiler, aşağılandılar ve değişmeyen bir baskıyla karşı karşıya kalarak susturuldular.
1924 Anayasası'ndaki inkarın şoku henüz atlatılamadan, her on yılda bir düzenli darbe alan Türkiye demokrasisinin yaraları en çok Kürtlerde kanadı. Özellikle Diyarbakır Cezaevi'nde yaşanan insanlık dışı muameleler ve ağır hak ihlalleri Kürtlerin yakın tarihinde bir dönemeç oldu. Yaşananlar ateşten daha yakıcı olsa gerek ki, insanlar bedenlerini ateşe yatırdılar.
Kürdistan'ın bir sürgün yerine dönüşmesi, Kürtlerin ötekileştirilmesi, 20 yılı aşkın bir süre devam eden olağanüstü hal ve sıkıyönetim uygulamaları, Kürtçe'nin yasaklanması, sarı-kırmızı-yeşil renklerinin suç sayılması, faili meçhul cinayetler, köylerin boşaltılması, koruculuk sistemi de dahil olmak üzere saymakla bitmeyecek pek çok yöntem denendi. Demokratik talepleri içeren sivil itaatsizlik eylemlerinde dahi pek çok insanımız özgür bir yaşam için hayatlarını kaybettiler. Kontrolsüz güç kullanımından doğan bu kayıpların sorumluları cezalandırılmadığı gibi, çeteci-itirafçı örgütlenmeler üzerinden geliştirilen kontr-gerilla faaliyetleriyle Kürtler bir kez daha hedefe dönüştürüldü. Feodal yapı, geleneksel devlet politikasıyla beslenerek güçlendirildi. Toplumun taleplerini bastırabilmek için kullanılan bir başka yöntem de aşiretçiliğin canlı tutulmasıydı. Köyden kente zorunlu göç; bölgelerarası gelişmişlik farkı, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerin yeterince sunulmaması da çok yönlü sorunun bir başka önemli boyutudur.
Bu şiddet dalgası kuşkusuz ülkenin insani, ekolojik ve ekonomik birçok kaynağını heba etti. Cumhuriyet'le yaşıt bu uygulamalar yalnızca rakamlarla ifade edilebilir kayıplara yol açmadı. Yangın yerine dönen yürekler, parçalanan hayatlar ve izi dahi sürülemeyen yaşamlar avuçlarımızdan kayıp gitti.
Dolayısıyla, bugün Türkiye'de 'incinmeyen' Kürt kalmadı. Hemen hepsi, hayata tedirgin ve yasaklı başladı. Daha bebekken adı, çocukluğunda dili, gençliğinde kimliği ve hayattaki duruşu yasaklarla tanıştı. Tek dilde düşünmeye, tek kimlikle kendini ifade etmeye ve tek bir bakış açısıyla düşünmeye zorlandı. Annesinin ninnileri aşağılanarak, babasının kültürel özellikleri ve tercihleri horlanarak toplum dışına itildiler. Bu tedirginlik duygusu, çoğu zaman anadillerini gizli kapılar ardında konuşmalarına sebep oldu. Resmi dili şiveli konuştukları için de ayrıca aşağılandılar. Dalga ve alay konusu oldular. Siyasal, sosyolojik ve psikolojik nedenlerle yeniden canlanan 'Kürtlük' giderek iradesel bir güce dönüştü.
Kamusal tüm alanlarda Kürt olmanın getirdiği yaşamsal zorluklar, her Kürt bireyini biraz daha siyasallaştırdı. Önceleri bu siyasal bilincin farkında olmayan Kürtler, zamanla acılarının nedenlerini sorgulamaya başladılar. Doğuştan gelen özelliklerinden 'utanan bireylerden' bir toplumsal bilinç, farkındalık ve bu farkındalığın yarattığı talepler ortaya çıktı. Küçük bir kıvılcımdan doğan harlı ateş, istisnasız bir şekilde Kürt'ün yaşadığı her yeri sarmaya başladı. Her yasak, dışlayan tutum ya da hakaret; dağları biraz daha yakın kıldı. Zamanla her Kürt ailesi bir parçasını dağlarda bulmaya başladı. Böylelikle 'Kürtlüğün' yüz kızartıcı bir şey olmadığı da anlaşılıyordu.
Sayın Yargıçlar,
Bugün burada bulunmamın nedeni, iddianamede suç ve suçluyu övmek, yasadışı örgüt propagandası yapmak olarak tanımlanmış. Özünde bir anayasa problemi olan bu konunun hukuki boyutunu sanırım çok fazla irdelemeye gerek yok. Demokratik hiçbir ülke, generallerin hazırladığı ve çağımıza yanıt olmak bir yana, sorunları daha da ağırlaştıran 12 Eylül Anayasası'nı taşıyamaz.
Konu 'suç' ve 'suçlu'yu övmekse; o halde 'suç' nedir? 'Suçlu' kimdir? Bir halkın itibar, eşitlik ve özgürlük taleplerinin savunucusu olmayı 'suç' olarak görmediğimi ifade etmek isterim. Buradaki dayanağım mağduriyet değil! Zaten mağduriyet siyasetini de hiçbir zaman hak arayışında bir yöntem olarak benimsemedim. Maddi güç, erk ve erkin getirdiği kudretin dahi, halkların iradesi karşısında tutunamadığını yaşayarak öğrendim. Dünyaya demokrasi, insan hakları ve özgürlükler temelinde yaklaşanlar için 'suç' ve 'suçlu' tanımları da görecelidir. Nitekim suç ve suçlu tanımlamaları tarihten günümüze kadar üzerinde evrensel mutabakata varılmamış hassas konulardır. Dönemlere, olaylara ve tarihsel gerçekliklere göre 'suç' ve 'suçlu' tanımlarının da güncellendiğini hepimiz bilmekteyiz. Asıl suç; demokratik kamuoyunda tartışılması gerekenlerin özenle dikkatlerden uzak tutulmasıdır.
Gerçeği olduğundan farklı bir şekilde yansıtmak ya da anlatmak sorunları çözmüyor. Konuşmadan anlatmak, anlamak mümkün değil. Öyleyse tartışabilmenin yollarını açmak zorundayız. Gerçeği teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmekte olduğu çağımızda daha ne kadar maskeleyebilir, ya da yok sayabilirsiniz? Küçülen dünya karşısında geleneksel devletçi yaklaşım iflas etti. Toplumsal gerçeklik kendini hissettiriyor ve kabule zorluyor. Toplumun bir kesiminde 'suçlu' olarak görülenlerin diğer kesimde değer olarak kabul edildikleri apaçık ortadadır.
Dünya her geçen gün daha bölümlenmiş ve karmaşık hale geliyor. Belirsizlik insanları korkutuyor. Bölünmüşlüğe çare üretmek, belirsizliğe karşı hızlı karar almayı gerektiriyor. Farklılıklara saygıyı vurgulayan katkılara daha büyük bir ihtiyaç duyuluyor.
Sayın Yargıçlar,
Bu bağlamda gelişen toplumlar kendilerini geliştiren liderlere ihtiyaç duyarlar. Liderlik, bir roldür. İnsanlar o rolü üstlenen kişinin rehberliğine, yaratıcılığına, çözüm gücüne ikna olmak isterler. Lider kişinin, öncelikle savunulan davanın gerekliliğine insanları inandırması gerekir. Dün, bugün ve yarın arasında denge sağlamak zordur. Lider, geride bırakmak istediğimiz bugünle, hayalini kurduğumuz yarın arasında köprüler kurandır. Bizi de, bu köprüyü geçebileceğimize ikna ve teşvik eder. Çözüm ve uyum süreçlerini başlatan, yöneten ve kolaylaştıran insanlardır. Bu nedenledir ki, önderlikleri onaylanır.
Bu çerçevede vurgulamanın kaçınılmaz olduğu bir gerçekliği ifade etmenin tarihsel görev olduğuna inanıyorum. Geçen sene yapılan Newroz kutlamalarında, milyonların huzurunda Kürtlerin üç lideri olduğunu ve bu üç lidere de minnet borçlu olduğumuzu ifade ettim. Niyetim ne örgüt propagandası yapmak, ne de herhangi bir örgütü övmekle açıklanabilir. Sanırım sözkonusu şahsiyetlerin övgüye de ihtiyaçları yok. Konuşmamın yalnızca tarihsel bir durum tespiti olarak algılanması gerektiğine inanıyorum.
Savcılık makamı iddianamede Sayın Barzani ve Talabani'yi siyasal konumları dolayısıyla değerlendirme dışı tutmuşlar. İddia makamına hatırlatmak isterim ki, daha düne kadar Sayın Talabani ve Barzani de bugün Sayın Öcalan'ın maruz kaldığı ithamlarla anılıyorlardı.
Her birinin etki alanı farklı olsa da; her üç lider de, Kürt halkının duygu ve düşünce dünyasında önemli bir yere sahiptir. Hiçbiri diğerinin alternatifi değildir. Farklılıkları birlikteliğe dönüştürme becerisi gösterdikleri için de halkımız kendilerini minnetle anmaktadır. Minnettarlık, en basit anlamıyla 'yapılan bir 'iyiliğe' karşı kendini borçlu saymanın, gönül borcu ve memnuniyetin' ifadesidir. Bu bağlamda 'iyilik', halkların birbirlerini boğazlamasını engelleyebilmektir. Birarada yaşama iradesinin gönüllü yansımasıdır. Özgürlük ve barış eksenli bu buluşma, tarih boyunca Kürtlere yapılmış en büyük 'iyilik' olarak ifade edilebilir.
'Tarihin dahi unuttuğu bir ulus'u yeniden uyandıran bu çabanın sahipleri elbette minnetle anılacaktır. Sınırsız bir geleceği ararken toplumsal barış ve demokrasi kültürünü kucaklayarak halklarına taşıyan bu üç liderin fikirlerinden büyük bir çoğunluğun etkilendiğini söylememek aldatmacadır. Bu çerçevede Kürtlerin sözkonusu üç lideri değer olarak kabul etmesi kaçınılmaz ve doğaldır. Dile getirmek istediğim halkımızın şahsında bir hakın teslimidir.
'Liderler, tarih sahnesine toplumsal ihtiyaçların çağrısıyla gelirler. Liderin hedefi zaferdir. Kötüye, yetersize, sıradana karşı verilen mücadele de zaferi hedefler. Bu nedenle savaşta veya barışta ya da değişim hamleleri sırasında yani tarihin dönüm noktalarında, büyük liderlerin ortaya çıkması, sorunları alt etmede yol göstermesi bir tesadüf değildir.'
Bilinmelidir ki, on yıllardır yaşanan çatışmaya rağmen Türk ve Kürt halkları karşı karşıya gelmemişse bunda Sayın Öcalan'ın üstlendiği rol büyüktür. Bu rol; aynı zamanda onurlu, adil ve kalıcı barışın da teminatıdır. Toplumun değişim denilen tarihsel yolculuğa hazırlanılması doğru zamanda doğru insanların önderlik etmesiyle mümkün olur. Yoksa büyük hedefleri olan hatta o doğrultuda büyük çabalar harcayan çok insan vardır. Ama toplumları adına ve onlarla birlikte misyonlarını başaranlara lider gözüyle bakılır. Bu nedenledir ki, halkımız kendisini Kürt Halk Önderi olarak kabul ettiğini defalarca hem sözlü hem de yazılı bir şekilde ifade etmiştir. Halkımızın nezdinde nasıl ki Kürtçe konuşmak, Kürdistan ya da Sayın Öcalan demek suç değilse, bu davaya inanmak suç değildir. Öncüsüne sahip çıkmak da; insani, vicdani, ahlaki ve siyasi bir sorumluluktur. Bu bağlamda 'PKK halktır, halk burada!' sloganıyla sokaklara dökülen milyonlarca yurttaşımızın çığlığından süzülen mesajı doğru okumak gerekir. Kürt halkının barış, özgürlük ve eşitlik istemlerini 'terörizm'le tanımlamak halkımızı incitmektedir.
Unutulmamalıdır ki, savaşın olduğu yerde bir gün mutlaka barış da olacaktır. İsrail Başbakanı Sayın İshak Rabin'in, yıllarca 'terörist' dediği Sayın Yaser Arafat'la barış bildirisini okuması, Güney Afrika Devlet Başkanı Sayın De Klerk ve Mandela'nın üç yüz yıllık beyaz egemenliğine son veren cesaretleri bellekler de olup, hala saygıyla anılmaktadır. Yeni bir yaşam olan barış; bölücü, parçalayıcı ve dağıtıcı değil, aksine, birleştirici, bütünleştirici ve toparlayıcı niteliktedir. Çünkü barış, inşaanın ta kendisidir.
Sayın Yargıçlar,
Yargılamanın bu aşamasına yönelik sunuşumu bitirirken, önemli bir kararımı da bu duruşma vesilesiyle duyurmak istiyorum. Bundan sonra 'suçlama' ne olursa olsun duruşmalarda savunma hakkımı kullanmamayı düşünüyorum. Mücadeleye başladığım günden bu yana; yer ve zaman ayırmaksızın, meydanlarda ya da duruşmalarda, hep aynı düşünceleri savundum. Bazen tanık, bazen sanık oldum. Uzun yıllar da hükümlü kaldım. Ne 'tutsaklığım'da ne de 'özgürlüğüm'de düşüncelerimin doğrultusu değişmedi. Düşüncelerime onay verilmeyebilir, hatta aykırı ve farklı düşünceler de savunabiliriz. Fakat artık birbirimizi tekrar etmenin anlamsızlığına inanıyorum. İnsanlarımızın düşüncelerinden dolayı şüpheli, sanık ya da mahkum olmayacakları düşünsel evrimini tamamlamış bir süreç diliyorum.
Leyla Zana
0 Yorum:
Post a Comment