İzin verilirse toplu mezarları gösterebiliriz

">Ermeni tarihçi: İzin verilirse toplu mezarları gösterebiliriz11:06 FIRAT ÇAĞIN / UYGAR GÜLTEKİN - İSTANBUL-Londra'daki Gomidas Institute Müdürü Ermeni Tarihçi Ara Sarafıan, Türkiye'de 1917'de yaşanan olaylarda binlerce Ermeni'nin yaşamını yitirdiği belirterek, 'Yaptığımız araştırmalarda bazı toplu mezarların yerini öğrendik. Eğer gerekli izinler verilirse teker teker gösterebiliriz' dedi. Türkiye'de 1917 yılında yaşanan ve 'soykırım' olarak adlandırılan olaylara ilişkin tartışmalar sürüyor. Olayların 93. yıldönümü nedeniyle, İHD İstanbul Şubesi'nin düzenlediği, sempozyumun davetlisi olarak Türkiye'ye gelen Gomidas Institute Müdürü Ara Sarafıan, Ermenilerin geniş bir 'Türkleştirme' politikası ile asimile edilmeye çalışıldığını söyledi. Buna karşı çıkan Ermenilerin katledildiğini belirten Sarafıan, 'Ermeni Patrikhanesi'nin kayıtlarına göre, Cumhuriyet'ten önce yaklaşık 2 bin 800 Ermeni kilisesi vardı. Bu kiliseler yerleşim birimleri içindeydi. Şu an da ne bu kiliseler var, ne de yerleşim yerleri. Kiliseler talan edildi' dedi. 'Birçoğu gömülmedi bile' 'Benim için bir toplumun yok edilmesi önemli' diyen Sarafıan, 'Şu kadar Ermeni öldürüldü demek çok kolay. Verilerden önce yok edilmek istenen, asimilasyona uğratılmak istenen bir toplum var. Bu daha yakıcı bir veri benim için' diye konuştu. Ermenilerin Gölcük, Harput gibi yerlerde öldürüldükten sonra gömülmeyerek, cenazelerinin çevrede bırakıldığını söyleyen Sarafıan, 'Bugün yaptığımız araştırmalarda bazı toplu mezarların yerini öğrendik. Eğer gerekli izinler verilirse teker teker gösterebiliriz' dedi. 'Kürtler, Süryaniler, Çerkezler konuşabilmeli' Türkiye'deki Ermenilerin 'soykırım' üzerine konuşmak istemediğine vurgu yapan Sarafıan şunları söyledi: 'Bugüne kadar sadece bir kişi buna cesaret edebildi. Hrant Dink. Hrant Dink büyük bir konuşmacıydı. Büyük bir araştırmacıydı. Söyleyeceği, yazacağı, tartışmaya açacağı her şeyi çok iyi araştırırdı. Ancak Dink'in başına gelenleri bütün dünya gördü. Türkiye Ermenilerinin yüzyıllık korkuyu yenebilmeleri için, sadece Ermenilerin değil aynı zamanda Kürtlerin, Türklerin, Süryanilerin, Çerkezlerin ve onları ilgilendiren düşüncelerin önündeki engellerin kaldırması gerekir. İnsanlar özgürce tartışmalı. Bir araya gelerek konuşmalı. İnsanlar bir birini ancak konuşarak tanıyabilir. 'Ermeni soykırımının' tartışılabilmesi, Kürtlerin kendi sorunlarını tartışması gerekiyor. İşçilerin, köylülerin, kısacası toplumun her kesiminin diyalog kurması gerekir.' 'Düşünce özgürlüğünün sağlanması önemli' İHD'nin düzenlediği sempozyumun önemine işaret eden Sarafian, Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan Kemal Kerinçsiz'in başında olduğu ulusalcı kesimlerin bir önceki sempozyumu engelleme girişimlerine de değinerek şunları dile getirdi: 'O dönem Hrant Dink hayattaydı. O da sempozyumun davetlileri arasındaydı. Günler öncesinden medya ve çeşitli ulusalcı odaklar tarafından hedef haline getirilen sempozyum maalesef ertelenmek durumunda kalmıştı. Kuşkusuz o süreçten sonra çok şey değişti. Ancak, o sürecin yarattığı hava ile Hrant Dink katledildi. Bugün gelinen süreçte bazı şeylerin tartışılması bu coğrafyanın insanları için çok önemli. Bu sempozyum için İHD'nin daveti beni çok heyecanlandırdı. Sempozyumda dört farklı katılımcı soruna farklı açılardan bakacak. Ben tarihi süreci ele alacağım. Umarım bu konuyu derinlemesine ele alacağımız sorular yöneltilir bana. Yalnızca 'soykırımın' tartışılması değil hedefimiz. Düşünce özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün orada sağlanması benim için daha önemli. Herkesi düşünce özgürlüğüne katkı sağlamak için sempozyuma bekliyorum.'

Orhan Pamuk: Kürtlerin her türlü hakkına saygı gösterilmeli

Nobel edebiyat ödüllü yazar Orhan Pamuk, Türkiye'deki bütün sorunların kaynağında Kürt meselesinin yattığını söyleyerek, 'Kürt sorununun çözümü tam demokraside, kültürel haklar için saygıda, Kürtlerin her türlü hakkına saygıda ve bunları yaşamasında yatıyor' dedi. Bir yayınevinin kuruluşunun 10. yılı dolayısıyla Romanya'da bulunan yazar Orhan Pamuk Bükreş'te bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda kitapları ve yazarlık serüveni hakkında konuşma yapan Pamuk gazetecilerin sorularını da yanıtladı. Kendisini politikayı takip eden ama Türkiye'deki yasalardan dolayı çok karışmayan bir edebiyat yazarı olarak anlatan Pamuk, politika ile ilgili fikirlerinin olduğunu ama hayatındaki tek şeyin politika olmadığını vurguladı Bütün sorunların kaynağı Kürt meselesi Basın toplantısında bir gazetecinin Kürt sorunu konusundaki sorusunu yanıtlayan Pamuk, Türkiye'de ciddi bir Kürt sorunu olduğunu belirterek, 'Türkiye'de gerçekten de ciddi bir Kürt sorunu var. Benim gibi bir yazar için bu sorunun ulaştığı seviye ifade özgürlüğü sorunudur. Biz bütün Türkiye vatandaşları, barış ve huzur içinde bir arada yaşayabilmek için sadece Kürtler hakkında değil her konuda tam bir ifade özgürlüğüne sahip olmalıyız. Ama bu bizde yok. Küçük bir grup ifade özgürlüğü, azınlıklara saygı ile ordu ya da başka kurumların tam demokrasiden yararlanılmasını engellemediği bir ülke için mücadele veriyor. Kürt sorunu da ifade özgürlüğü probleminin bir parçasıdır' dedi. Gazetecilikle ilgili bir soruya cevap veren Pamuk, gazeteciliği sadece Saddam'ın Kürtleri bombaladığı sırada yaptıpını hatırlatarak, 'Bir gazete, bombalamadan kaçıp gelenler hakkında haber yazmamı istedi. Dağlara çıkıp haber yazdım. Bu ilk ve son gazetecilik deneyimimdi. Ancak bu sorun için iyi bir giriş oldu. Kürt sorununun çözümü tam demokraside, kültürel haklar için saygıda, Kürtlerin her türlü hakkına saygıda ve bunları yaşamasında yatıyor. Bu sadece Kürt sorunu değil. Türkiye'nin her türlü sorunun kaynağında bu var' şeklinde konuştu. Kitaplarımdan Türkiye'yi öğreniyorlar Yazarlık serüveni ve romanları hakkında konuşan Pamuk şunları söyledi: 'Yedi yaşındayken yaptığım güzel resimlerden dolayı ailem benim büyük bir ressam olacağımı söylerdi, bunun için beni çok desteklediler ve ben de buna inandım. 22 yaşında ressam olma gayemi birden durdurdum ve yazı yazmaya başladım… Kitaplarımda birçok sembol kulandım ama bunlar herhangi birşeyi sembol etmek için değil. İslamiyete renklerin bir sembolu olduğunu da biliyorum ama benim kulandığım semboller bir amaç içermiyor. Benim için önemli olan güzel kitaplar yazmak ve iyi insan olmaktır, fakat ne yazık ki ikisini de yapıp yapmadığımı bilemiyorum. Başka dillere çevrilmiş kitaplarımla insanlar Türkiye'nin kültürü ve inancı hakkında bilgi sahibi oluyor. Hatta Avrupalı bir arkadaşım bana 'Orhan sen Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmesini istiyorsun ama ben senin 'Kar' isimli kitabını okuduktan sonra bunun iyi bir fikir olmadığı kanaatine vardım.' Türk yazarlarının ülkelerine hizmet amacıyla siyasi roman yazdılar, fakat bunun daha kötü olduğununun tecrübesini yaşadım. Benden önceki Türk yazarlar, siyasetle ilgili sorunlara cevap vererek edebiyatlarını yok ettiler. Kar Romence'ye çevriliyor Orhan Pamuk, Romanya'nın önde gelen gazeteci ve yazarlarında katılacağı halka açık bir toplantıda yapacak. Pamuk ayrıca Diverte yayınevinde düzenlencek kitap tanıtım programına katılacak ve burada kitaplarına imza atacak. Orhan Pamuk'un Kara isimli kitabı Romençeye çevriliyor. Kitap Haziran ayında piyasaya çıkacak. ANF

24 NİSAN 1915 SOYKIRIMI İLE İLGİLİ BASIN AÇIKLAMASI

Verein der Völkermordgegner e.V. Frankfurt / Main Soykırım Karşıtları Derneği (SKD); Kontakt : Ali Ertem, Tel.: 0049/69/5970813; E-Mail: skd@gmx.net Frankfurt, 24 Nisan 2008 Demokrat Kamuoyuna! Basın ve Yayın Kuruluşlarına! Yârin 24 Nisan. 24 Nisan, Türkiye denen coğrafya üzerine çökmüş olan zifiri karanlığın yıldönümü. Osmanlı İmparatorluğu’nun, 1894 yılında Ermeni halkına karşı başlatmış olduğu imha harekâtını, 1915’te tüm Hıristiyan vatandaşlarına karşı bir soykırım faciasına dönüştürdüğü günün yıl dönümü. 1915’ten 1923’e kadar, 8 yıl gibi kısa bir sürede, 1,5 milyon Ermeni’nin, 500 000 Süryani’nin, 1 milyona yakın Helen’in 70 000 Yezidi inancına mensup Kürt’ün, devlet eliyle sistematik olarak katledildiği, sürgün edildiği talan edildiği tarihin yıl dönümü. 24 Nisan, vicdansız devlet yetkililerinin Türk halkının alnına, 100 yıldır silinemeyen kara lekeyi sürdükleri günün yıl dönümü. Bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti o günden bu güne dünya kamuoyunun gözleri önünde cereyan eden bu tarihi olayı reddetmektedir. Soykırım gerçeğini kendi kamuoyundan gizlemek için, soykırım mağdurlarına karşı yalana, iftiraya başvurmakta ve Türklerin “mağdur olduğunu”, hatta “soykırımdan geçirildiğini” iddia etmektedir. Diğer yanda 100 yıldır süregelen bir etnik “temizlik” ve suni bir Türk toplumu yaratma harekâtı süre gelmektedir. Yüz yıla yakın bir süredir soykırım unsurlarını içinde taşıyan saldırı ve yok etme harekâtlarına maruz kalan Kürt halkı, kritik bir süreç yaşamaktadır. Bütün zorluklara ve engellere rağmen bu gidişe dur demek ve kamu vicdanına seslenmek için 1998 yılında kurulan SKD (Soykırım Karşıtları Derneği), 24 Nisan’da Soykırım Kurbanlarının anısına saygıda bulunmak ve mağdur halkların acılarını paylaşmak için Erivan’da bulunan Soykırım anıtına bir çelenk bırakacaktır. 10 yıldır bu geleneği sürdüren Soykırım Karşıtları Derneği’ni, bu yıl Ermenistan’da araştırmacı yazar Recep Maraşlı temsil etmektedir. SKD adına, Türkiye Cumhuriyetinden soykırımın kabul edilmesini ve ondan doğan yükümlülüklerin yerine getirilmesini talep edecek olan yazar Recep Maraşlı, ayrıca Ermeni halkına ve dünya kamuoyuna bir sürpriz yapacaktır. Recep Maraşlı yıllardır üzerinde çalışma yaparak tamamlamış olduğu “Ermeni Ulusal Meselesi ve 1915 Soykırımı” adlı yapıtını Soykırım Müzesi Başkanı Sayın Hayk Demoyan’ın şahsında Ermeni halkına takdim edecektir. Kamuoyunun kısa bir süre sonra tanıyacağı, hacmi 600 sayfayı aşan bu bilimsel yapıt, resmi Türk tezleri ile kapsamlı bir hesaplaşma görevini yerine getirecektir. 22 Nisan’dan itibaren soykırım müzesi ve Ermenistan’da bulunan değişik sivil toplum kuruluşları ile temaslarda bulunacak olan yazar Recep Maraşlı, gezisini 28 Nisan’da tamamlayacaktır. Soykırım Karşıtları Derneği adına:  Ali Ertem , İ. Bülent Gül

AB: Kürt sorunu siyasi bir sorundur

ANF-STRASBOURG (23.04.2008)- Avrupa Birliği dönem başkanı ve AP Başkanı, Türkiye’ye Kürt sorununun çözümü için çağrıda bulundu. Dönem başkanlığı yapan Slovenya Cumhurbaşkanı Danilo Türk Kürt sorununun siyasi olduğunu belirterek Kürtlerin kimliksel haklarının tanınmasını istedi. Avrupa Birliği dönem başkanı ve Slovenya Cumhurbaşkanı Danilo Türk, Avrupa Parlamentosu’nda (AP) düzenlediği basın toplantısında ANF’nin Kürt sorunun çözümüne dair pozisyonlarını sorması üzerine, “Kürt sorunu siyasi bir sorundur. Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde, birlik içinde farklı kimlikleri kabul etme esprisi ile diyalog yöntemi kullanılarak siyasi bir çözüme kavuşmasını bekliyoruz” dedi. AB dönem başkanı Danilo Türk, AB projesinin birlik içinde farklılıkları koruma ve geliştirme projesi olduğunu ve buna uyulmadığı takdirde Avrupa’nın geçmiş tarihinin nerelere savrulduğunun acı göstergeleri ile dolu olduğuna vurgu yaptı. “AB içinde var olan azınlık haklarını koruma mekanizmalarının çok eski olmadığını ve bunların yenilenmesi gerektiğini belirten Türk, daha önce var olan ideolojik ön yargıların da artık terk edilmesi gerektiğini kaydetti. Danilo Türk, “Biz AB olarak bu mekanizmaları geliştirme ve uygulama görevi ile de karşı karşıyayız” diyerek AB’nin bu konuda geleceğe dair görüşünü dile getirdi. Türk, “sonuç itibarıyla Kürt sorunun çözümü diyalog yöntemiyle başarılması gereken bir sorudur” diye konuştu. AP: DOĞU TİROL İYİ BİR ÖRNEKTİR Aynı basın toplantısında hazır bulunan AP Başkanı Hans Gert Poettering ise, ‘Türkiye Cumhuriyeti bünyesinde olmak üzere Kürt halkının kimliksel haklarının tanınması gerektiğine inanıyoruz” açıklamasında bulundu. “Kürtlerin de şiddete son vermesi lazım” diyen AP Başkanı Hans Gert Poettering AB’nin ‘birlik içinde farklılıklar’ temel ilkesine katıldığını ve bunun Türkiye’deki Kürt halkı için de geçerli olduğuna vurgu yaptı. Poettering AB içinde azınlık-çoğunluk ilişkileri ve çözümlerine dair bir çok örneğin var olduğuna işaret ederek, İtalya ile bağı olan Doğu Tirol sorununun aşılmasının bu konuda çok iyi bir örnek teşkil ettiğini sözlerine ekledi.

Türk marşları çalıntımı?

>Devşirme marşlarla milliyetçilik olur mu, demeyin! Taraf yazarlarından tarihçi Ayşe Hür'e göre, Türklerin topluca ezbere söyleyebildikleri nadir marşlardan olan Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nın bestelerinin de ‘gayri-milli’ olduğu yolunda iddialar var. Bunlardan 10. Yıl Marşı, 28 Şubat 1997 müdahalesinden beri rejime iman tazelemek isteyenlerin ilk aklına gelen marş... Ayşe Hür / Taraf ‘Devşirme’ Marşlarla Milliyetçilik?Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur/Katibimin setresi uzun eteği çamur… diye başlayan ünlü türkünün bestesi 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında İstanbul’daki Selimiye Kışlası’nda kalan ‘eteklikli’ İskoç Alayı’na moral vermek için yazılmış ‘Donsuz askerler…’ diye başlayan bir asker şarkısıdır. II. Mahmut döneminde (1808-1826) modernleşme çabaları sırasında askerlere giydirilen setre ve pantolon mutaassıp çevreler tarafından ‘sokağa donla çıkmakla’ eşdeğer görülmüş, özellikle de ‘gavur mukallitliği’ denilen bu modernleşme hareketine çabuk uyum gösteren eli yüzü katipler halkın diline düşmüştür. Bir İstanbul külhanbeyi, bu katiplerle alay etmek için, Üsküdar yolu üzerinde olan Selimiye Kışlası’nda kalan İskoç askerleri için yazılan marşın müziğine Türkçe sözler yazar ve ünlü Katibim türküsü ortaya çıkar.

1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.

AKP BİAT MI EDİYOR? Ama daha ilginci, Türklerin topluca ezbere söyleyebildikleri nadir marşlardan olan Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nın bestelerinin de ‘gayri-milli’ olduğu yolunda iddialar var. Bunlardan 10. Yıl Marşı, 28 Şubat 1997 müdahalesinden beri rejime iman tazelemek isteyenlerin ilk aklına gelen marş. Geçenlerde AKP’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nde, Başbakan Erdoğan’ın salona gelişi öncesinde 10. Yıl Marşı ve ‘Atatürk’ün İzindeyiz’ şarkısı çalınması, Erdoğan Deniz Baykal’ı eleştirirken sık sık Atatürk’e vurgu yapması aklımıza AKP de ‘iman tazeleyenlere katıldı?’ sorusunu getirmedi değil. Nitekim Hürriyet başyazarı Ertuğrul Özkök de kendilerini ‘marşa itibarını iade ettikleri ve zihniyet devrimi yaptıkları için’ kutlamıştı. AKP eğer düne kadar eleştirdiği merkezle ittifak yapmaya karar vermediyse, merkezi ‘Kim daha Atatürkçü?’ yarışmasıyla alt etmeyi düşünüyor demektir ki, bu gerçekten ilginç bir duruma işaret ediyor. Şimdilik işin bu yanını zamana bırakarak, “bu marşı 28 Şubat Marşı diye küçümsemek”, “çok ama çok kötü bir şeydir”, hatta ‘tehlikeli bir bölücülüktür’ diye gözdağı veren ‘Türkiye Türklerindir’ gazetesinin başyazarının gazabına uğramayı göze alarak, üç ‘milli’ marşımıza da yakından bakalım dedik. Kemalist Güzelleme: 10.Yıl Marşı Müziği ‘devşirme’ olan marşlardan bir diğeri bazı kaynaklara göre İstiklal Marşı’nın yerine hazırlatıldığını söylenen 10. Yıl Marşı. Marş adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmış. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal’e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit’e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların ‘Hasta Adamı’ nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyor. Marşı ilk kez 14 Ekim’de dinleyen Mustafa Kemal’in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul’da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu’nun eşliğinde marş talimleri yapılmış, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatılmıştı. Ancak 1940’larda çocukların ağzında ‘Hamama da gittik nalınla/ Annem bizi yıkadı/Mis kokulu sabunla` şekline dönüşen marş, uzun süren bir kış uykusuna yattı. Aradan yıllar geçti, doğru dürüst bir ikinci marş bestelenemediği için olsa gerek 1990’larda Güneydoğu’da kan gövdeyi götürünce Cumhuriyet’in bekasına ilişkin kuşkulara kapılan kesimler tarafından tozlu raflardan indirildi ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bunda Cumhuriyet’in 75. Yılı için bestelenen marşın tutmamasının da rolü büyüktü. 28 Şubat 1997’de TSK tarafından RP-DYP Koalisyonu’na verilen muhtıra sonrasında ise adeta Kemalist bir meydan okumaya dönüştü. O tarihten bu yana Türkiye’yi iç ve dış düşmanların saldırı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşı’nı topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışıyorlar. Aynen mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi…

DEMİR AĞLAR. “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan/On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan/Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan/Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” şeklindeki ilk kıtada, Mustafa Kemal’in asker kimliği öne çıkarılarak Milli Mücadele dönemindeki askeri ve sivil mücadeleler vurgulanıyor ve aslında 14 milyon civarında olan ülke nüfusu kafiye uğruna 15 milyona çıkarıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri yönünü Batıya çevirmiş bir toplum olarak, o dönemde medeniyetin sembolü olarak görülen ve eksikliği ciddi bir eziklik yaratmış olan demiryolu meselesine atıfta bulunuluyor. Marşın “Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi/Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” şeklindeki nakarat bölümünde ise o yıllarda pek beğenilen Nazi Almanyası ile Mussolini İtalyası’nın esintileri var.

TÜRK’ÜZ. “Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız/Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız/Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız/Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki ikinci kıtasının ilk dizesinde Cumhuriyet’in yerini aldığı Osmanlı Devleti ve onu oluşturan tüm unsurların nasıl algılandığına dair ipuçları var. İkinci dizede, malum ırkçı tema tekrar karşımıza çıkıyor. Son dizeler ise dünyadaki bütün dillerin Türkçe’den türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ile, dünyadaki tüm kültürlerin kökeninde Türklerin olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi’ne bir gönderme.  

“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgularken, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu tesellisiyle bitiyor.

SINIFSIZ KİTLE. “Örnektir milletlere açtığımız yeni iz/İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz/Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz” dizelerinde önce toplumsal ayrışmayı ve sınıf oluşumunu rejime yönelik en büyük tehlike gören zihniyetin icadı olan ‘halkçılık’ ilkesinin ifadesi olarak Cumhuriyet rejiminin en kof hedefi vurgulanıyor, ardından bir İslam toplumundan Batılı bir toplum yaratmanın çelişkilerini çözmek için Ziya Gökalp’in icad ettiği ‘Batı medeniyeti-Türk/İslam kültürü’ sentezine atıfta bulunuluyor. Marşın noktasını rejimi tehdit eden iç ve dış düşmanlara verilen gözdağı oluşturuyor.

‘Şakıyan Üç Genç Kız’

Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı ‘Tre Trallade Jantor’ yani ‘Şakıyan Üç Genç Kız’. Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim. Marşın ‘millileştirilmesi’  1900’lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan ‘paramiliter’  Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki gençlerin ‘milli duygularının yoğunlaşması için’ Mektebi Sultani’nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey müzik eğitimi için gittiği Stocholm’den döndükten sonra aklına bir fikir geliyor. Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Bey’den dinleyelim: “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, Selim Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için yazmamı istedi. İstenilen güfte 4x4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu…”

MUSTAFA KEMAL ÇOK SEVİYOR. Marş ilk kez Ali Ulvi Bey’in okulunda (bugün St. Joseph Koleji) çalınır ve pek sevilir. Okul dışındaki ilk icrası ise 1916 yılının ilkbaharında Kadıköy’de İttihat Spor Çayırı’nda olacaktır. Marşın Cumhuriyet döneminin en sevilen marşı olmasını ise Mustafa Kemal’e borçluyuz. Önce Samsun’a giden Bandırma Vapuru’nun güvertesinde yıldızlara bakarak dalgaların sesini dinlerken; Samsun’dan Havza’ya giderken Çamlıbel mevkiinde arabası bozulduğunda ise yürüyerek Havza’ya giderken güç toplamak için, yanındakilerle bu marşı söylemiş. Milli Mücadele sırasında ordudaki subaylara moral veren marşın resmen ‘milli marş’ olması ise ancak 20 Haziran 1938 tarihli, 2400 Sayılı Kanun’la olmuş.

Bu bölümü eğlenceli bir anekdotla bitirelim: 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…  

İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti

“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekaleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.

 O sırada Ankara’da ev bulamadığı için, Taceddin Dergâhı’nda misafir edilen ve Meclis’e Burdur Milletvekili olarak katılan ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Bülbül’ şiirlerinin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)’un ‘Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini’ düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiiri gözü tutmayan ‘Türkçü’ Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.

MEHMET AKİF’İN ŞİİRİ SEÇİLİYOR. Ön elemeyi geçen yedi şiir, Mustafa Kemal’in oturum başkanlığını yaptığı 12 Mart 1921 günü tartışmaya açılır. İyi bir hatip olan Hamdullah Suphi, gür sesiyle Mehmet Akif’in şiirini okuduğunda milletvekilleri büyük bir heyecana kapılırlar. Hamdullah Suphi’nin başını çektiği bir ekip diğer şiirlerin okunmasına gerek bile görmez ve oylamaya geçmeyi önerir. Buna itiraz edenler olur. Çünkü diğer altı şiir Mehmet Akif’in şiirinden daha fazla ‘milli’ öğeler taşımaktadır. Örneğin bu şiirlerde ‘Türk’ sözü geçerken Akif’in şiirinde sadece ümmet anlamına gelen ‘ırk’ terimi vardır. Mustafa Kemal’in konuşmasını takiben şiir iki kez daha okunur ve oylamaya geçilir. Şiirin bazı yerlerinin tadil edilmesini gerektiğini ima eden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey oylamanın oldu-bittiye getirilmesinin marşın meşruiyetini zedeleyeceğini ileri sürer ama sözünü dinletemez. Hamdullah Suphi’nin el kaldırma usulüyle yaptığı oylamada Akif’in şiiri ‘çoğunlukla’ ‘İstiklal Marşı’ olarak kabul edilir. Bunlar olurken Mehmet Akif, utangaçlığından başını kollarının arasına saklayarak, sırasının üstüne kapanır. Oylama sonucu belli olur olmaz da heyecanla Meclis’i terk ederek Taceddin Dergahı’na gidecek ve tebrikleri orada kabul edecektir. Daha sonra Hamdullah Suphi Bey’e “Ben bu kadar güzel yazmadım. Ama siz, çok güzel okudunuz.” diyecektir. O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan şair, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık para ödülünü Darü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır. Mustafa Kemal daha sonra gazeteci İsmail Habib Sevük'e, İstiklal Marşı'nın en beğendiği beytinin "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl" olduğunu söyleyecek ve "bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır" diyecektir. GÜFTECİ ÇOK BESTECİ AZ. Sıra beste yarışmasına gelmiştir. Aralarında yine Kazım Karabekir’in olduğu 24 ‘besteci’ eser göndermiştir, yani katılım düşüktür. Fakat o günlerde Yunan ordusu Polatlı’ya yaklaşmıştır. Hükümetin ve Meclis’in Kayseri’ye nakli düşünülmektedir. Sonunda, Meclis’te ordunun Sakarya’da savunma düzenine geçmesi fikri galip gelerek, Ankara’nın tahliyesinden vazgeçilir ama yarışma unutulur gider. Bunun üzerine bazı bestekarlar kendi bestelerini çevrelerinde ‘İstiklal Marşı’ diye yaymaya başlarlar. 1924 yılında bu kargaşaya son vermek için Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturulur ve Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in Türk müziği etkisindeki ‘acemaşiran’ motifli bestesinde karar kılınır. Ancak 1930’da nedendir bilinmez, yeni bir emirle Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör)’ün Batılı tarzdaki bestesinin ‘milli marş olarak kabul edildiği’ memleketin dört bir köşesine bildirilir. Batıcı modernleşme çabalarının bir sonucu olarak Türk musikisinin gözden düşmeye başlayacağının ilk işaretidir bu karar.

İLK MEZURLAR.Nurettin Eşfak/mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:/-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var/bilmem ki, nasıl anlatsam,/Âkif, inanmış adam, büyük şair/fakat onun/inandıklarının hepsine inanmıyorum./Meselâ, bakın: ‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’/Hayır,/gelecek günler için/gökten âyet inmedi bize./Onu biz, kendimiz/vaadettik kendimize./Bir şarkı istiyorum/zaferden sonrasına dair./ ‘Kim bilir belki yarın...’”

Yer sorunu yüzünden büyük bir ayıp işleyerek düzenini bozarak aktardığımız bu dizeler, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan alınma. Nazım’ın itirazının neye olduğunu anlıyoruz ama, konumuz bu olmadığı için duymazlıktan geliyoruz. Ama başka aksayan yanlar da İstiklal Marşı’mızda. Hepimizin bildiği gibi 1930’dan beri “larda yüzen alsancak…”, “nim milletimin…” “bu celal sana…”, “kanlarımız sonra helal hakkıdır” gibi dizelerle savaşmak zorunda kalmıştır vatan evlatları. Çünkü marşta ‘prozodi’ hataları vardır, yani sözlerle müzik arasında ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim: “İstiklal Savaşı’nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık (…) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk ‘ti’ yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezur yaptım (…) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi (…) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.” DÖRTNALA ATLILAR NEREDE?. Osman Zeki Bey, marşın pek ölgün bulunan ritminin kabahatini de başkalarına atar: “Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Bir de marşın bugün aldığı şekli düşünün. Eserin başında metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser hiç bir vakit cenaze marşına benzemez. Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise, ‘Sahibinin Sesi’ stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: ‘Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter’ dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi?” Bu açıklamaya inanıp ‘keşke böyle yapmasaydı’ deyip geçiyoruz çünkü çok daha vahim bir iddia var. İNTİHAL Mİ?. O yıllarda TBMM’de Bursa Milletvekili olarak görev yapan askeri doktor Osman Şevki (Uludağ) Bey’e göre Osman Zeki Bey’in bestesi Karmen Silva adlı bir sokak şarkısından esinlenerek yapılmış, özgün olmayan bir eserdir. 1924’ten 1930’a kadar söylenen Ali Rıfat Bey’e ait besteyi prozodi açısından çok daha iyi bulan Osman Zeki Bey bu konudaki iddiasını defalarca Meclis kürsüsünde dile getirmiş ancak yetkililerden ve besteciden tatmin edici bir cevap alamamıştır. Şimdi sözü Osman Zeki Bey’e bırakalım: “…Sekiz ay sonra Ali Rıfat Bey’in kardeşi Samih Rıfat bey, Maarif Vekaleti’nden ayrılmış, onun yerine [Süleyman] Necati Bey geçmişti. Bu esnada Zeki Bey İstanbul’dan Ankara’ya gelerek yerleşmişti. Rivayete göre Zeki Bey kendi bestesinin Milli Marş olması için [Atatürk’ün eşi] Latife Hanım’ın tavassutunu rica etmiş ve o da Necati Bey nezdinde iltimas ederek bu suretle Ali Rıfat beyin marşı men olunmuş ve sırada dördüncü olan Zeki beyin bestesi onun yerine geçmiştir. Bu rivayeti o zamanın mebusları hep böylece naklederler. Zeki Bey’in, kendi zamanında iyi bir viyolonist olduğunu söylerler. Fakat bu muhterem zatın besteciliği hakkında biz, ancak menfi bir kanaat sahibiyiz. Evvelce Maarif Vekaleti tarafından mekteplerde okutulan bir musiki kitabında ‘papatyalar’ adlı şarkının notaları üstüne kendisinin ‘bestekar’ diye imza atması ve eskiden Sâti Bey’in mektebinde musiki hocalığı ettiği esnada bunu talebesine kendi eseri olarak göstermesi hoş görülmez (…) Ben bunu 07/05/1940’da C.H.P. Meclis Gurubu’nda Maarif Vekili’nden sordum ve izahat istedim. Sonra da İstiklal Marşı’na geçerek bunun ilk kısmını teşkil eden on ölçüsünün Karmen Silva adında bir sokak şarkısından transpozisyon suretiyle alındığı rivayetini naklettikten sonra sordum: ‘Bu Marş, İstiklal Marşı olarak ortaya çıkarılmazdan evvel Vahdettin’e marş olarak takdim edilmiş midir, değil midir? Bu marşın orkestrasyonunu yapan Ermeni milletinden [Edgar] Manas Efendi değil midir?” ‘BİZDE BESTEKAR YOKTUR’. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel kendisine şu cevabı vererek adeta iddiaları doğrular: “… Demek isteniyor ki bizim bestekarlarımız, kompozitörlerimiz yoktur, başka milletlerin bestelemiş oldukları şarkıyı alıp sözlerini değiştiriyor ve bu nağmeleri alıp kendi çocuklarımıza veriyoruz. Üstelik de bunları nereden aldığımızı söylemiyoruz. Arkadaşımızın bunda hakkı vardır. Çünkü hakikaten bir kısım şarkılarda ve marşlarda böyle iktibaslar, intihaller yapılmış ve bunu yapanlar da kemali cesaretle kendi adlarını altına koymuşlardır… adaptasyon mutlaka fena şey değildir. Fakat yalancılık, tercüme ettiği bir eser üzerine ‘Benimdir’ diye imza koymak ayıp bir şeydir….” Ve sonra İstiklal Marşı’na geçerek devam eder: “Mütehassısların bendenize söylediklerine göre bu bize Karmen operasından bir kısım değil de Karmen Silva diye bir vals varmış, revaçta imiş, onun bilmem kaç batutası  benziyormuş. Zeki Bey bunun orkestrasyonunu Ermeni bir zata yaptırmıştır…” Osman Şevki Bey’in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı’mızın bestesi üzerindeki ‘gayri millilik’ şaibesi hala devam etmektedir! İlgililere duyurulur…. BESTE GAYRİ MİLLİ Mİ? İstiklal Marşı ile ilgili çarpıcı iddialarda bulunan Osman Şevki Bey’e göre, Cemal Reşit Rey’in bestesi de özgün değildir. Cemal Reşit eseri bestelerken, librettosu (güftesi) ve bestesi ünlü yazar Jean-Jacques Rousseau’ya ait olan ve ilk kez 1752 yılında Kral XV. Louis’in huzurunda sergilenen tek perdelik ‘Le devin du village’ (Köy Kâhini) adlı operanın “J’ai perdu tout mon bonheur/J’ai perdu mon serviteur” (bütün saadetimi kaybettim/hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlenmiştir. Osman Şevki Bey, bestedeki ‘prozodi’ hatalarını bu kopyacılığa bağlar. Bu iddialara karşı uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operanın tek bir notasından bile haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey’in 1913’de, yani Jean-Jacques Rousseau’nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra, ailecek Paris’e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce ‘hiç duymadım’ savunması inandırıcı görünmez. Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucularımız  http://www.rousseauassociation.org/aboutRousseau/musicalWorks.htm adresinden Rousseau’nun operasını dinleyebilirler. Kaynakça: Etem Üngör, Türk Marşları, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayınları, Ankara, 1966; Ahmet Hatipoğlu, Türk Musıkîsi Prozodisi, TRT Yayınları, Ankara, 1988; Nusret Karanlıktagezer, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, 1986; Musiki Mecmuası, 1 Nisan 1954, S.74.