Yabancı sermaye Kürdistan'a akıyor

petroldolar Kürdistan Bölgesel Yönetimi, yabancı yatırımcıların 16 milyar dolarlık projeyi taahhüt ettiğini açıkladı
Yabancı sermayenin Kürdistan’a aktığı bildirildi. Kürdistan’daki Yönetim, yabancı yatırımcıların 16 milyar dolarlık projeyi taahhüt ettiğini, gerçekleşen yatırım tutarının ise 6 milyar doları aştığını bildirdi.
Kürdistana yabancı sermayeyi çekmek amacıyla 2006 yılında yürürlüğe giren yasa çerçevesinde oluşturulan projeyi değerlendirme ve lisans dairesinin başkanı Kamuran Müfti, yabancı yatırımcıların 16 milyar dolarlık projeyi taahhüt ettiklerini, gerçekleşen yatırım tutarının 6 milyar doları aştığını kaydetti.
Irak basınında yansıtılan açıklamalarında Müfti, söz konusu yasa çerçevesinde yabancı yatırımcılara sağlanan teşviklerin rolüne dikkat çekerken de yasanın yürürlüğe girmesinden bu yana yabancı yatırımların üç kattan fazla arttığını söyledi.
Müfti, duruma karşın yabancı yatırımcıların hala sorunlarla karşıladıklarını belirterek en büyük engelleri olarak da bankacılık sistemi ve bürokratik işlemleri saydı

image TELAFER TÜRKMEN AŞİRETLER KONSEYİ : ‘’KÜRDİSTAN BÖLGE YÖNETİMİNE BAĞLANMAK İSTYORUZ’’
PNA-Telafer Türkmen Aşiret reislerinden oluşan üstdüzey bir heyet bugün Duhok Valisi Temer Remezan’ı makamında ziyaret etti.Türkmen aşiret reisleri Telafer halkı adına ilçelerinin Kürdistan Bölge yönetimine bağlanması talebinde bulundu.

Bölgelerine verdiği  büyük hizmetlerden dolayı Duhok valisi Remezan’a teşekkürlerini sunan Telafer aşiret reisleri heyeti , Telafer halkı adına ilçelerinin,   Irak anayasasında yer alan 140.maddenin uygulanması kapsamında Kürdistan Bölge yönetimine bağlanması talebinde bulundu.

Konuk heyeti karşılamaktan duyduğu memnuniyetini dile getiren vali Remezan da   Türkmen heyetin  Telafer halkı adına Kürdistan Bölge yönetimine bağlanmasına ilişkin  yazılı talebini  ilgili yerlere ulaştıracağını açıkladı.

AKP Demokrasiye Gitmek İçin Bir İmkân Değildir

ERTUGRUL KURKCU Liberal sol’, AKP ile ittifak halinde demokrasiye ulaşılabileceğini düşünüyor. Nasıl 1974-1977’de CHP Türkiye’nin sola gitmesi için imkân değildi idiyse AKP de demokrasiye gitmek için bir imkân değil AKP’nin tarihsel eğilimi, sermaye hâkimiyetini İslami değerlerle bütünleyerek kalıcı kılmak. Oysa çağımızda, bütün demokrasi tartışması sermaye hâkimiyetinin nasıl sınırlanacağını tartışmakla başlıyor

Türkiye’deki sosyalist hareketin belli başlı isimlerinden biri olan Bianet’in Proje Koordinatörü Ertuğrul Kürkçü’yle hem solun içindeki tartışmayı hem de bir sosyalistin gözünden Türkiye’yi konuştuk.:

“Liberal sol” sizce nedir?
Ben “liberal sol” denilen ve kendilerine böyle denilmesine izin verilen kesimin sadece kendiyle sınırlı bir iddianın ifadesi olduğunu düşünüyorum. Yani bir toplumsal hareketi veya bir toplumsal kesimi ifade etmekten çok, solun geri kalanına “doğru yol”u gösterme iddialarının toplamı olarak okuyorum bu yaklaşımı…

- Nedir sizce gösterdikleri o “doğru yol”?
Bu “doğru yol” bugün onlara solun AKP’yle ittifakı olarak görünüyor. Başka türlü söylersek benim gözümde “liberal sol” “siyasal kurtuluş”u, “toplumsal kurtuluş”un önüne koyuyor, sorunu “sermaye egemenliği”nde değil, “egemenliğin biçimi”nde arıyor…Aynı hata 1974-1979 döneminde de yapılmıştı. O zamanlar da CHP ile ittifakı Türkiye’nin sola gitmesinin en önemli imkân olarak gören bir akım vardı. Çok ilginç biçimde bugün “liberal sol” denilen kesim de büyük ölçüde o akımdan geliyor. Bu kez de AKP ile ittifak halinde demokrasiye ulaşılabileceğini düşünüyorlar.

AKP DEMOKRASİ ADINA BİR İMKÂN DEĞİL

- Kavga da buradan mı çıkıyor?Şuradan çıkıyor: Onlar bu ittifakı her şeyin merkezine koydukları için bu ittifaka kuşkuyla bakan herkesi “demokrasiye kuşkuyla bakan”; bu ittifakı güçlendiren her şeyi de “demokrasiyi güçlendiren süreçler” olarak değerlendiriyorlar. Ben bunun tam manasıyla bir yanılgı olduğu kanısındayım. Nasıl 1974-1979 döneminde CHP Türkiye’nin sola gitmesi için bir imkân değildi idiyse AKP de demokrasiye gitmek için bir imkân değil. Demokrasinin biricik imkânı halkın kendi öz eylemliliğidir ve bunun dışında bir demokrasi imkânı da yoktur.

- Bu arada ama size de demokratikleşmeyi küçük gördüğünüz eleştirisi yapılıyor; ona ne diyeceksiniz?
Bir kere her şeyden önce burjuva demokrasisinde demokratik olan her şey işçilerin mücadelesinin ürünü. Demokrasiyi küçümsemek söz konusu bile olamaz. Demokrasinin sınırlarındaki her genişleme iyidir. Sorun AKP’nin bir demokrasi dinamiği olmasına imkân vermeyen öz tabiatıdır.

- Nesine ikna olmuyorsunuz AKP’nin?
AKP’nin tarihsel eğilimi, sermaye hâkimiyetini İslami değerlerle bütünleyerek kalıcı kılmak. Oysa çağımızda, bütün demokrasi tartışması sermaye hâkimiyetinin nasıl sınırlanacağını tartışmakla başlıyor. Taksim 1 Mayıs 2008’e bakın, kendinizi AKP’nin demokratik kapasitesine ikna edebiliyorsanız edin.

ERGENEKON’DA “ÇATLI” FİGÜRÜ YOK

- Ya peki Ergenekon? Orada ikna olmadığınız ne var; niçin Susurluk’taki tepkiyi vermiyorsunuz?
Bir kere ben Susurluk’la Ergenekon arasında nitelik bakımından bir fark görmüyorum. Susurluk kovuşturması devletin kendisini illegal unsurlarından arındırmasıydı; Ergenekon da…

- Madem fark yok, o zaman Susurluk’taki “Bir Dakika Işık Kapatma” eyleminin benzeri şimdi niçin yapılmıyor; aylardır bu soru tartışılıyor, ama tam yanıtı alınamadı bir türlü; sizce niye?
Birincisi Susurluk’ta açığa çıkan güçlerle sol arasında 1980 öncesinden, sivil alandan gelen bir çatışma vardı.

- Yani Susurluk’ta biliyorsunuz ki “Çatlı seni öldüren adam”?..
Bu kadar basit işte…

- Peki sol için Ergenekon’da böyle isimler hiç yok mu?
Şimdi solun geçmişinden tanıdığı karşı sivil kuvvet MHP, ama Ergenekon’dan MHP çıkmadı, çıkmıyor da… Ergenekon’da kim var? Daha çok hepsi şurada memur, burada subay, orada mafyacı anonim tipler. Yani sivil alanda, bir toplumsal mücadele içersinde karşı karşıya gelinen değil de, perde gerisinden suikastlarla, sabotajlarla giden bir ekip. O nedenle bunu süre giden mücadelenin bir uzantısı olarak algılamakta bir sorun yaşanmış olabilir. Dahası, tanıdık figürlerin bir kısmının üzerindeki “sol” etiketinin de tereddütlere yol açtığı ortada.

- İyi, ama karşıda önceden bilinen figür bulamamak Ergenekon’a tavır almamak için sebep midir?
Ergenekon’a herkes tavır alıyor, bir kere burada anlaşalım. Ergenekon meselesinde biz sosyalistler, devrimciler, işçiler, sendikalar, meslek odaları hepimiz tarafız. Kaldı ki, her kesimden sosyalist solcu ve demokrat geçtiğimiz hafta ortak bir deklarasyonla koğuşturmanın derinleştirmesini istedi, altın da benim de imzam var, o kesimden gelenlerin de…

- Ama akılda kalan “Filler tepişsin, biz izleyelim” tavrı olmadı mı?
O bir gaftı ve Birgün gazetesi de bu başlığının gaf olduğunu kabul etti. Ama şimdi hep bu gafın üzerinden gidersek de bir gerçeği göz ardı ederiz. Solun Ergenekon’la ilgili ortak hissiyatı “Oh oldu”dur, hiç kimse “Ah yazık oldu” demiyor.

SUSURLUK’U BİTİRENLER ŞİMDİ EYLEM İSTİYOR

- Denmiyor tamam, fakat niçin Susurluk’taki gibi sokakta değil sol? Birinci sebep Susurluk’taki doğal psikolojik ortamın olmaması; ya peki ikinci bir sebebi var mı?
Var tabii… Susurluk eylemi solun elinden nasıl çalındı, bir hatırlayın bakalım.

- 28 Şubat’la?
Evet, 28 Şubat’ta, ama nasıl? Şimdi bugün sosyalistleri Ergenekon için eylem yapmamakla eleştirenler o günlerde Susurluk karşıtı kampanyanın çalınmasına izin verdiler… Bu ışık eyleminin bitirilmesine nasıl karar verildi sanıyorsunuz? Bir grup insan “bitiriyoruz” dedi, medya gündeminden kaldırdı ve bitmiş oldu. Bu da mesela benim ağrıma gidiyor. Çünkü şimdi yine o grupta yer alan bazı insanlar diyorlar ki “Niye Ergenekon’u takip etmiyorsunuz?”.

- Bitirilme gerekçesi size nasıl açıklanmıştı?
“Çok yaygınlaştı, biz bunu sürdüremeyeceğiz”, “İşin içine herkes karıştı”, hatta şöyle laflar söylendi, “Teröristler karışacakmış bu işe, elektrik santrallerini bombalayacaklarmış, iş kontrolden çıkarmış.” Çünkü artık herkes geceleri sokağa çıkmaya başlamıştı. Pasif ışık açma-kapama hikâyesi bitmişti, millet Sivas’ta, Çorum’da, her yerde sokağa çıkıyordu ve tam bu sırada eylem bitirildi. Eylemi bu şekilde bitirenler, yani halkın sokağa çıkmasından rahatsız olanlar şimdi “Halk neden sokağa çıkmıyor?” diye şikâyette bulunuyorlar ve ben buna çok şaşırıyorum.

- Onlar da şuna şaşırıyor: “Elimize darbecileri yargılama fırsatı geçmiş, bunu yapan AKP iktidarını solcular niye sahiplenmiyorlar?”
Niye sahipleneyim ki AKP’yi; zaten savcı sorguluyor, mahkeme yargılıyor, ben ne yapacağım, başka ne yapmam lazım?

AKP DE SUÇUN YARISINA ORTAK SAYILIR

- Alkışlamanız isteniyordur belki de?
AKP’nin önüne atıldı bu leş. AKP bunu ortaya çıkartmış değil ki alkışlayayım. Ergenekon dosyasının Tayyip Erdoğan’a ilk hangi tarihte verildiği belli. Ama ancak TSK’nın kendisi de bu leşi ortadan kaldırmaya karar verdikten sonra, yani 5 Mayıs 2007’de Dolmabahçe’de yeni bir denklem ortaya çıktıktan sonra kovuşturma açılıyor. Bütün içtenliğimle söylüyorum, Yaşar Büyükanıt 2004’te Kıbrıs’a gidip, orada “Türkiye’nin Kıbrıs politikası yoktur” dediği gün AKP hükümeti Büyükanıt’ı görevden alsaydı ben de o gün AKP’yi alkışlardım. Ama AKP kendisine karşı muhalefet yürütenlerle kader birliği yapmışsa o noktadan itibaren suçun da yarısına ortak olmuş demektir. Şimdi bu kime heyecan verir ki… Ortada heyecanlanacak bir şey yok. Statüko yerli yerinde duruyor, sermaye sermaye olarak duruyor, ordu ordu olarak duruyor, AKP AKP olarak duruyor. Biz ise diyoruz ki, biz başka bir tarafız. Biz bu statükonun devamından değil statükonun bozulmasından, değişmesinden yanayız.

HALK BU TOPA GİRMEK İSTEMİYOR
- Size göre halk neden Ergenekon için sokağa çıkmıyor?
Sokaktakilere sorarsanız kendileri bir sürü neden ileri sürüyor: 1- AKP’nin bu soruşturmayı bir anlaşma ile Genelkurmay’ın kapısında bitirmiş olduğu o kadar açık ki, bunun gerçek bir sonuca erdirilebileceğine dair insanlarda hiçbir inanç yok. 2- Bu mesele egemenlerin arasında bir gerilim olarak görülüyor. “Polis- asker arasında bir gerilim var ve bu iki büyük kuvvetin arasındaki topa niçin gireyim” diyor insanlar. 3- Mistik bir inançla “devlet adamları suç işlemiş olamazlar” diye düşünen yaygın bir kesim var. 4- İçeri girenler arasında hiç AKP’li ve dinci olmadığı için, “AKP karşıtlarını tasfiye ediyor” diye bakıyorlar. 5- Soruşturma sırasında ve iddianame hazırlanırken yapılan birtakım hatalar insanlarda şüphe uyandırıyor. 6- AKP’nin haklı bir şeyi temsil edeceğine dair inanç zayıf. 7- AKP’nin ikili tavrı: Hem orduyla uzlaşıyor ama hem de askerleri hapse koyuyor, ne yapacağı çok belli değil. 8- Türkiye’deki temel endişe özgürlük endişesi değil, geçim endişesi. İnsanlar, daha çok generalin hapse girmesiyle iktisadi koşullarının iyileşmesi arasında bir bağıntı kurmuyor.
Yani sonuç itibarıyla geçmişte MHP’ye veya ordunun 12 Eylül’deki zulmüne duyulan nefret ile şimdi Ergenekon’a duyulan nefret aynı şey değil. O nedenle de insanlarda böyle bir sokağa çıkalım arzusu yok.

BİZ KANLI PAZARI UNUTMADIK

- Sosyalistlerdeki belirgin duygu ne?
İlhan Selçuk 1999 seçimlerinde sola döndü dedi ki, “Ben MHP’lileri affettim, siz de affedin, bunlarla ittifak yapalım.” Birçok sosyalistin gözünde o gün İlhan Selçuk bitti. 1970’lerin faşist saldırılarını yaşamış insanlar için İlhan Selçuk diye birisi yok artık, olamaz da… O yüzden şimdi bizim cephemizdeki hiç kimse “Ya canım İlhan Selçuk’a yazık oldu” diye duygulanmıyor. Ama biz onun karşısındakinin de Kanlı Pazar’da karşımıza dikilmiş olanlar olduğunu biliyoruz. Biz onu da unutmadık ve bu hafıza insanları arzulu kılmıyor; mevzu budur.

LİBERAL SOL, “DİNCİ GERİCİLİK”İ ATLIYOR
- Ergenekon’a mesafeli durmanızın derinlerinde AKP’yle çatışan, çünkü özünde Kemalizm’i barındıran bir laiklik anlayışı yatıyor olabilir mi; sola yönelik böyle de bir eleştiri var?
Önce Ergenekon’a mesafeli durmak diye bir şey yok. Bunların yargılanıp layık oldukları yere kaldırılması şart. Öte yandan bu iddialar da tam bir şehir efsanesi. Bir kere Türkiye’de sol dedikleri zaman bunlar hep aslında CHP’yi düşünüyorlar, ama çağdaş ölçütler itibariyle CHP’yi solcu bile kabul etmemize olanak yok. Kaldı ki 12 Mart’tan çıktığında Türkiye solunun ilk yaptığı şey Kemalizm’le hesaplaşmaktı. O hesaplaşma 1974–1977 arasında yapıldı ve bitti. Türkiye sosyalistleri ne ünitercidir, ne de laikçi… Ama Türkiye’de “dinci gericilik” diye de bir şey vardır. Bu gerçek de apaşikar Türkiye’de hükümet himayesinde kol geziyor.

- Liberal soldakiler de sizce bunu mu görmezden geliyorlar?
Halkın dini yaşayışı ile kendilerini onların tercümanı addedenler arasındaki ayrımı, toplumsal olanla politik olan arasındaki ayrımı atlıyorlar. Ama siyasi İslam diye bir şey var ve bu dinsel dogmayı devlet yaşamının merkezine yerleştirme yönündeki eğilim Türkiye’de ortadan kalkmış değil. Bu var, bu AKP içinde de var. Tayyip Erdoğan darda kaldığında “ulema”yı yardıma çağırırken, darda kaldığında “mecelleye bakalım” derken hep o refleksle hareket ediyor. Şimdi biz bunu yok mu kabul edeceğiz? 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkacağız dendiğinde Erdoğan ne yanıt verdi, “Başlar ayak, ayaklar baş olur mu?” dedi. Bu resmen Cebrail hadisindeki kıyamet tarifi, bu onun sosyal hayata bakışı; ona göre ezen ve ezilen olacak, ast ve üst olacak, eşitlik olmayacak ve bu da Kuran’a uygun olacak… Tayyip Erdoğan hayata böyle bakıyor ve bunu da dini dogmayla güçlendiriyor. Şimdi ben bunu yok mu addedeceğim?

SOLU ERGENEKON DEĞİL, ASIL AKP BÖLDÜ
- Bunu sormazsak olmaz: Nişanyan-Mahçupyan-Feministler-Türker-Keyman… Siz bu isimlerin etrafında geçen tartışmaya bakınca ne görüyorsunuz?
Ben bu çatışmada kadının/kadınların haklı olduğunu düşünüyorum. Beni asıl şaşırtan, ilkesel olarak aksi iddia edilemeyecek bir konuda Süleyman Demirel’in en kötü zamanında benimsediği bir tavrın, “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz” tavrının, güncel politik ittifaklar uğruna hiç beklenmedik kişilerce tereddütsüzce benimsenebilmesi. Hakimiyet mücadelesinin bir tek üslubu varmış demek ki…

- Acaba Ergenekon mu solu daha fazla parçaya böldü, yoksa zaten bu bölünme AKP’yle birlikte olup bitmiş miydi?
Ergenekon konusunda sosyalist solda yeni bölünmeler ortaya çıktığına katılmıyorum. Ama AKP iktidar olduğu günden bu yana sosyalist solda üç genel küme oluşmuştu: AKP’ye karşı milliyetçilerle de “anti-emperyalist ittifak”ı savunanlar; AKP ile AB reformları çizgisinde örtük bir ittifakı ya da AKP’ye karşı tarafsızlık siyasetini savunanlar ve AKP’ye de Uluslacılar’a da karşı anti-kapitalist bir halk blokunun “bir üçüncü kutbun” oluşmasını savunanlar. Bu kümelenmeler yeni değil, son beş yılda oluştu.

“ORTODOKS SOL” DİYENLERİN TARİHE İTİMADI KALMAMIŞ
- Eğer AKP desteklenirse şu içinden geçtiğimiz süreci bir demokratikleşme kampanyasına dönüştürme imkanı olduğunu söyleyen solcular var; sizce?Türkiye’deki bu gerilim demokratik bir enerjinin başka yerden ortaya çıkmasına imkân verir, ama gerilimden ötürü AKP Türkiye’ye demokrasi taşımaz ya da ordu gerileyip demokrasiye yol vermiş olmaz. Burada söz halka düşer. Halka düşen sözü örgütlemek de ne ordunun işi ne AKP’nin işi; o bizim kendi işimiz. Biz kendi işimizi nasıl AKP’ye ihale edelim? AKP’nin ilerletmeye çalıştığı kapitalizmin aslında iyi bir şey olduğunu nasıl halka dönüp söyleyelim?

- Kapitalizm tarafını karıştırmadan, şimdilik sadece “demokratikleşme”yle yetinmek bir yol değil mi?
Bence bu yolla yetinenler eğer kendilerine hala solcu diyorlarsa en azından tarihe ve toplumsal kurtuluş imkânına itimatsızlık ediyorlar. Bu kişiler aslında “Mülkiyet rejiminin dönüştürülmesine kısa vadede ihtimal yok, kapitalizme mecburuz” demiş oluyorlar ve artık hayata da böyle bakıyorlar.

- Ancak onlar da hayata sizin gibi bakanların “Katı Ortodoks sosyalist” olduğunu düşünüyorlar ve sosyalizme yeni bir tarif getirmek gerektiğini savunuyorlar?..
Peki, bir alttan tarif edelim bir de üstten tarif edelim, ne fark eder? Sosyalizmin bir tek özü var, o da üretim araçlarının toplumun ortak mülkiyeti olması. En ilkel komünizmden en modern sosyalizme kadar üretim araçlarının, ya da malların, ortak mülkiyeti yani temelde mülkiyet meselesi dışında tanımlanmış bir sosyalizm ben bilmiyorum. Benim de ufkum böyle. Dolayısıyla burada işin Ortodokslukla falan ilgisi yok. Bu tamamen sosyalizm denilen şeyin özüyle ilgili.

- Ama işte bu özle de iktidar olunmuyor, denebilir?..
Evet, bu özle bu yıl iktidar olamazsınız, beş yıl içersinde de olamayabilirsiniz, fakat bu özle insanlık tarihinin yok oluşu ihtimaline son verebilirsiniz. Çünkü eğer kapitalist dinamiklerin dünyanın sonunu getirmekte olduğunu görüp buna bütün insanlık hep birlikte cevap vermeyecek olursa o zaman zaten asıl büyük problemle karşı karşıya kalacağız. Ve o problemin adı da “AB mi, ABD mi”, “AKP mi Ergenekon mu” değil, “Sosyalizm mi, yoksa barbarlık mı?”dır.

KÜRESELLEŞMEDEN YARAR UMANLAR AKP İTTİFAKINDA

- Şu an Türkiye’ye baktığınızda ilk neyi görüyorsunuz?
Bir iktidar savaşını tabii ki…

- Tarafları kimler?
En sade ifadesiyle bir tarafta küreselleşmeden yarar görenlerin oluşturduğu bir ittifak var, diğer yanda da “Ergenekon” diye kodlanan bir ittifak.

- “Küreselleşmeden yarar görenlerin ittifakı” dediğiniz hangisi?
AKP’nin temsil ettiği, içine “Anadolu Kaplanları” ve TÜSİAD’ı alan bir ittifak.

- TÜSİAD’ın AKP’ye itirazları bozmuyor mu bu ittifakı?
Onlar kültürel-sosyal alanın işleyişine dair metodolojik itirazlar; ittifak ise sağlam bir iktisadi siyaset temeli üzerine yükseliyor. Zaten AKP’nin hâlâ varlığını sürdürebilmesinin nedeni de ittifakın bu iktisadi ihtiyaçlarına cevap verebilmesi. Cevap vermeseydi çoktan yerle yeksan olması gerekirdi.

- İttifakın içinde gerilim olması normal yani?
Elbette, çünkü ittifaklar zaten birbiri gibi olmayan, ama konjonktürel veya dönemsel çıkarları üst üste gelenler arasında kurulur. O nedenle ittifakın doğasında çekişme, gerilim, itiş kakış, birbirini beğenmeme, kimi zaman yol ortasında hat değiştirme her zaman vardır. Ama AKP’nin altı yılına baktığımızda bu ittifakın özellikle büyük sermaye ayağının çok sıkı korunduğunu görüyoruz. AKP çelişik gibi görünen bu iki grubu hala bir arada barındırabiliyor.

- Nedir formülü sizce?
Bütün denklemini küreselleşmenin imkânları üzerine kurmak… AKP’nin formülü bu. Niye? Çünkü bugün artık hiç kimse iç pazar için üretim yapmıyor. Herkes küresel pazar için üretim yapıyor ve AKP de sermayenin bunu yapabilmesinin gereklerini karşılıyor. En büyük enstrümanı da AB. Çünkü AB üyeliği TÜSİAD için de Anadolu Kaplanları için de küresel rekabette bir basamak yukarıya doğru çıkabilmenin en önemli kaldıracı. Dolayısıyla AKP hem neo-liberal iktisat politikalarını hem emek- sermaye ilişkilerini sermaye çıkarları üzerinden yeniden düzenleyerek, hem de AB çıtasına bağlı kalarak bu iki kesimin çıkarlarını birleştiriyor.

- Peki bu ittifakta başka unsurlar yok mu?
Var; örtük olarak Türkiye’nin neredeyse bütün azınlıkları bu ittifakta. Mesela büyük kentlere göç etmiş Kürtler... Gayri Müslim azınlıklar… Türkiye’nin gelişmesinin liberal ekonomi ekseninde gerçekleşeceğini düşünen bir kesim aydın…
- Onların bu ittifaka girme nedenleri ne?
Hepsinin ortak çıkarı esas olarak 1)AB çıtası 2)Küresel ekonomiyle bütünleşme 3)Emek-sermaye ilişkisinin sermaye lehine yeniden düzenlenmesi, Türkiye’nin sosyal güvenlik siyasetinin esas olarak bir sermaye siyaseti halinde yeniden kurulması.

- Sivilleşmenin, dolayısıyla demokratikleşmenin AB’den geleceği inancı etkili olamaz mı?
Elbette… Ama bu da zaten yukarıda andığımız “ortak çıkar” bağlamında bir ekonomik-kültürel-politik çıkar olarak benimseniyor.

“ERGENEKON ÜYESİ OLMAYAN ERGENEKONCULAR” BLOĞU

- Ergenekon cephesinde siz kimleri görüyorsunuz?
Bir kere Ergenekon üyesi olmayan, hatta Ergenekoncularla ortak noktalarının çıkması şimdi ağrına giden, ama ister istemez Ergenekon’un dalgasını onların üzerinden yükselttiği bir blok görüyorum.

- Kimler var o blokta?
1- Küresel piyasanın işleyişi karşısında tutunamayan, iç piyasaya üretim yapan kesim. Yani daha çok TOBB tabanı… 2- AKP’nin küreselci tarım siyasetinden muzdarip ziraatçılar… 3- AKP’nin Sünni mezhep dayatmasından rahatsız devlete yakın Aleviler… 4- Geleneksel devlet sınıfları: Yani yargı, bürokrasi, üniversite ve askerin içindeki bir kesim… 5- Ordunun ve yargının bir kurtarıcı rol oynayabileceğini, mutlaka demokratik olması gerekmeyen yollardan da AKP’nin saf dışı edilebileceğini bekleyen milliyetçi solcular. 6- Doğrudan doğruya böyle gizli bir örgütün üyesi olmasa bile orada dile gelen milliyetçilik anlayışı etrafında, Türkiye’nin geleceğini Rusya ve Çin arasında açılan yeni bölgesel mekânda arayan Avrasyacılar. 6- Anti küreselci radikal İslamcılar.

- Neden bu kadar geniş?
Çünkü Ergenekon milliyetçiliği klasik faşist milliyetçilikten nispeten farklı, onunla çeşitli akrabalık dereceleri olan, ama Atatürkçülükle de, sosyal demokrasiyle de ilişki kuran, “milliyetçi sosyalizm” denebilecek bir anlayışla oluşturulmuş bir bulamaç. O yüzden de pek çok AKP muhalifi bunun içersinde kendisini bulabildi. Kimi laiklere, kimi sosyalistlere ve hatta bir kesim İslamcı’ya da “Acaba mı?” dedirtti.

- Bunu demiş olmak talihsizlik mi yoksa aymazlık mı, sizce nedir tam adı?
Ben adaletsizlik yapmamak gerektiğini düşünüyorum, ortada başka bir etkili siyaset olmayınca AKP’den yana kendini tehdit altında hisseden insanların bu kaygıyı giderebilecek başka ciddi politik çıkışı da yoksa gözünün, gönlünün en yakınındakine doğru kayması kaçınılmazdır.

MİTİNGCİLERİ HORLAMAM, AMA HATA YAPTILAR

- Cumhuriyet mitingcileri için de geçerli mi bu sözünüz?Katılmasalar iyi olurdu, söyledik onlara katılmayın diye. KESK var, DİSK var, TMMOB var onlar da dediler ki “Biz bunları onaylamıyoruz.” Örgütlerin sözünü dinlemediler, başlarına neler geldi... Oysa bu örgütlerin bir bildiği vardı. Onlar bir sağduyuyu, bir tecrübeyi, bir hayat görüşünü ifade etmeye çalışıyorlardı. Yine de ben mitinglere katılanları horlamıyorum, ama yanlış yaptılar diyorum.

BAYKAL KENDİNİ ERGENEKON’UN KARŞISINA KOYAMADI

- CHP’yi bu ittifakta bir yere koyuyor musunuz?
Bugünkü CHP bence bunun orta yerinde yer alıyor. Ben Deniz Baykal’ın son beş yıldır AKP’ye karşı sürdürdüğü bütün muhalefet çizgisinin aşığı yukarı bu Ergenekon çizgisi üzerinde olduğunu düşünüyorum.

- Ergenekon deyince, “Bilmem kimin bir listesi var; o listede Deniz Baykal’ın da adı geçiyor” türünde bir şey mi diyorsunuz?
Hayır, benim dediğim bir zihniyet meselesi.

- Nedir o zihniyet?
Bu zihniyet, birincisi Türkiye’de çoğulcu ve çok kimlikli toplumsal ve kültürel yapının inkârına dayanıyor; dolayısıyla Kürt Sorunu’nda askeri seçeneği benimsiyor, ikincisi de devletin dini yeniden şekillendirmesine dayalı laiklik anlayışını savunuyor.

- Peki sizce Deniz Baykal Avrasyacı mı?
Değil, ama bu gidişatla da kendisini hiç karşı karşıya koymadı. Tam tersine Cumhuriyet mitingleriyle doruğuna varan, Şener Eruygur’un başını çektiği stratejinin orta yerinde yer aldı. Sosyal haklar, sosyal mücadele, sosyal siyaset, yoksulları kayıran bir ekonomi politikası, özgürlükleri savunan kültürel ve politik yaklaşımı yerine, milliyetçiliğe, tek tipliliğe dayanan, çoğulculuğu reddeden ve laikliği devlet işlerinden dinin tamamen dışlanması değil, dinin devlet tarafından kontrol edilmesi olarak anlayan yaklaşımıyla aşağı yukarı Ergenekoncuların hiçbir itirazıyla da karşılaşmadı.

MHP 28 ŞUBAT’TAN BERİ DEĞİŞTİ
- Peki MHP’nin Ergenekon’un karşısında durmasını nasıl açıklıyorsunuz?
Aslında Ergenekon’un doğal uzantısı olarak MHP dememiz gerekirdi, ama az önce de dediğim gibi bunu demiyoruz, kimse de demiyor. Çünkü MHP Ergenekon siyasetinin esas olarak kendilerinin dışından gelişen ve kendilerinin merkezde olmadığı bir milliyetçilik yaklaşımı olduğunu anladığı günden beri kendisini bu ilişkilerin bütünüyle dışına çekti. O yüzden ülkü ocaklarını kapattı, o yüzden emekli askerler kapısına çelenk bıraktı.

- Sizce MHP ne kadar zamandır bu noktaya çekildi?Bence 28 Şubattan beri. Çünkü Milli Güvenlik Siyaset Belgesi, “ırkçılığa varan milliyetçiliği” tehdit sıralamasında üçüncü sıraya koymuştu. MHP’nin siyaset anlayışı da devletle çatışarak giden bir siyasetle bağdaşmıyor.

BUNUN ADI “ÇEVRE-MERKEZ ÇATIŞMASI” DEĞİL

- Peki bu karşılıklı ittifakın çatışma alanı ne?
Ben bunun bir ideolojik anlaşmazlık olduğu hikâyesine ne inanırım ne de kimseyi inandırmak için çaba gösteririm. AKP dinciymiş de ya da demokratmış da askerler sekülerci, ulusalcıymış ve gerilim buradan doğuyormuş. Bunlar meşrulaştırma gerekçeleri. Burada esas olarak karşı karşıya gelen sosyal çıkarlar.

- Buna “Çevre-merkez çatışması” demeyeceksiniz herhalde değil mi?
Alakası yok, tam tersine AKP’nin etrafında “çevre”yle “merkez”in ittifakından söz ediyoruz. Kaplanlarla TÜSİAD’ın ittifakı var burada. Ben çevre-merkez çatışması değil, çapraz ilişkiler görüyorum. Zaten böyle olduğu için de sonunda AKP ile ordu yeni bir konsensüse girebiliyor.

KÜRESELLEŞMECİLER AKP DİNCİLİĞİNİ HOŞ GÖRÜYOR

- Oraya birazdan gelelim, ama bu ittifakların asıl çarpıştığı nokta için siz tam olarak ne diyorsunuz?
Çatışma küreselleşmenin çıkarlarını geliştirdiği ve yükselttiği kesimlerle küreselleşme karşısında çıkar kaybına ve statü kaybına uğrayan büyük ve orta sermaye kesimleri arasındaki güç kavgası. Eninde sonunda bir tarafta siyasi değilse bile iktisadi bir liberalizm ekseninin oluştuğunu, öbür tarafın da devletçilik ekseninde dizildiğini söyleyebiliriz.

- Bu küreselleşme karşıtlığı sosyalizmden besleniyor değil, ama herhalde değil mi?
Elbette hayır, çünkü Ergenekoncular için asıl mesele küreselleşmenin milli devletlerin egemenlik alanını daraltması. Dolayısıyla milli devletlerin kayıtsız şartsız egemenlik alanında, onun tanıdığı yetkiler içinde hareket etmeye ve hükmetmeye alışmış gelenekçi askerler için bu olabilecek en büyük felaket. O yüzden onlar kendilerini doğal olarak Ergenekon’un çekim alanında, Avrasyacılık çizgisinde buluyorlar. Öbür taraftan da kürselleşmenin çıkarlarını geliştirdiğini, kürselleşmeyle önlerinin açıldığını, burada kendileri için yeni imkânlar doğduğunu görenler de Türkiye’yi küresel kapitalizmin katarına bağlayan AKP’nin dinciliğini hoş görüyorlar.

TSK TÜRKİYE’NİN EN KÜRESEL KURUMUDUR

Ertuğrul Kürkçü’nün özellikle son 11 yılı kapsayan analizinde öne çıkan bazı tarihler ve olaylar var. Bunlardan ilki 31 Ekim 1997 tarihli Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB).

- 97 tarihli MGSB sizce neden çok önemliydi?
Çünkü birincisi, TSK’nın tehdit değerlendirmesi değişti. 1997 itibarıyla sol birinci tehdit olmaktan çıkarıldı, yerine siyasi İslam ve bölücülük kondu. İkincisi, Kürt meselesinde yerel kültürlerin geliştirilmesini gözeten bir yeni siyaset kapısı açtı. Üçüncüsü de AB üyeliğini ve küresel ekonomiyle bütünleşmeyi bir hedef olarak belirledi.

- Yani TSK AB’ci ve küreselleşmecidir?
TSK bence Türkiye’nin en küresel kurumudur. Dünyanın tüm büyük ordularıyla birlikte aynı anda, aynı bilgileri, aynı teknolojileri, hatta aynı giyim kuşamı paylaşır. OYAK’ın kapitalist bir kuruluş olmasını bir kenara bırakın, bugün Türkiye askeri teknoloji, eğitim, doktrin, savunma sistemleri ve donanım ihraç eden bir ülke. Yaklaşık 30 ülkeye askeri eğitim veriyor, çokuluslu modernizasyon faaliyetlerine katılıyor, çevremizdeki bütün ülkelerde askeri birlik bulunduruyor ve onların silahlı kuvvetlerini standardize ediyor.
Bu açıdan bakıldığında TSK için NATO vazgeçilmez bir yapıdır. NATO’nun merkezi gücü ABD’dir, ama TSK’nın en yakın mesaide bulunduğu güçler de AB üyesi ülkelerin ordularıdır. Dolayısıyla TSK’nın bir bütün olarak AB perspektifiyle ve NATO’yla bir çatışma halinde olması söz konusu olamaz, devletin merkezi kurumlarının biri bir tarafa öbürü öbür tarafa gidemeyeceği için de mantıken bu böyledir.

ASKER İKİ GELİŞMEYİ ÖNGÖREMEDİ

- 2004’teki MGSB’de birtakım yenilemeler oldu, ama genel anlamda TSK’nın bu 1997 anlayışı sizce devam ediyor mu?
Ediyor, fakat iki öngörülemeyen yanılgıyla. Birincisi 1997 anlayışının doğal sonucu aslında AKP hükümeti değildi. Bunun doğal sonucu Kemal Derviş’in yönlendiriciliğindeki bir CHP ile belki icabı halinde AKP ile koalisyon idi. 2002’ye giderkenki havayı anımsayın, herkes AKP-CHP koalisyonunu önemli bir imkân olarak görüyor, Erdoğan’ın Erbakan’a karşı çıkışını sevinçle karşılıyordu. Fakat toplum mühendisliğe sığmıyor. Tayyip Erdoğan hareketinin bu kadar hızla yükseleceği ve güç kazanacağı öngörülmemişti.

- Sizce Derviş yerine Erdoğan’ın olması 1997 planlarını değiştirdi mi?
Hayır, çünkü Erdoğan da 1997 sınırları içinde kalmaya çalışıyor. Özellikle küresel ekonomiyle bütünleşme ve AB üyeliğinin peşinden koşma konusunda zaman zaman frene bassa da bu ikisinden hiçbir zaman vazgeçmedi. O nedenle de genel olarak beklenen, nispeten yumuşak bir gidişti, ama tam bu sırada ikinci öngörülemeyen gelişme cereyan etti.

- Irak mı?
Aynen… ABD bütün bu denklemi kendi çıkarları için bozdu ve Irak’a saldırdı. Ama TSK asıl başka bir şeyi öngöremedi; 1 Mart tezkeresinin çıkamayacağını... TÜSİAD Irak savaşına dâhil olmaktan yanaydı, Genelkurmay aynı şekilde taraftı, Başbakan taraftı, aslında Meclis’in çoğunluğu da taraftı, fakat sonuçta yeterince destek çıkmadı AKP saflarından, dahil olamadılar. Hesap orada da tutmadı ve dahil olamadıkları savaş TSK’ya güvenlik riski olarak geri döndü. Aniden “özerk bir Kürdistan”ın Irak’ta ortaya çıkması, TSK için hiç beklemediği bir modelle yüzleştiği yeni bir durum doğurdu. Türkiye bütün Ortadoğu Kürtleri için modelken birden Barzani ve Talabani’nin yeni Kürdistan’ı Türkiye Kürtleri için model olmaya başladı. Üstelik PKK de tam “boynunu kırdık” denirken kendisi için yeni bir etki alanı yarattı ve Irak’taki üçüncü kuvvet haline geldi. Bunların hepsi, Türkiye’nin güvenliğinden sorumlu insanlar için ister istemez bir güvenlik riski demektir.

TSK İÇİN ERGENEKONCULAR ABD’YE KARŞI KOZDU
- Bu risklere sizce TSK nasıl bir karşılık verdi?
Önlerinde iki opsiyon vardı, ikisini de denediler. Birincisi, Irak Kürdistan’ını model olmaktan çıkarmak için ABD’yi etkilemeye çalıştılar. İkincisi, ilişkileri bozmaya giriştiler, ama o zaman da “Çuval Harekatı”yla karşı karşıya kaldılar. Bunların ikisi de tutmayınca TSK üçüncü yolu denedi.

- Üçüncü yol?
TSK, ABD’yi Irak’ta bir Türk askeri varlığına razı etmek için Türkiye’deki anti Amerikan dalgaya güç verdi. TSK, “ABD’nin Türkiye’nin bölünmesini göze aldığı” algısını edindiği andan itibaren kendi içinde çok büyük bir Ergenekon etkisi doğdu. Avrasyacılık fikri o tarihten itibaren adeta meşrulaştı. Bu tam da AKP’nin peş peşe AB reformlarını devreye soktuğu 2002–2005 yıllarına denk geldi.

- Peki öyleyse nasıl oldu da TSK kurum olarak 1997 noktasında kalabildi?
Çünkü TSK’nın asıl karar vericileri için bu Avrasyacılık ve anti Amerikancılık havası sadece bir kozdan ibaretti.TSK’yı yöneten ve yönetecek olan Özkök, Büyükanıt, Başbuğ paşalar ile onlar gibi düşünenler özünde bu yaklaşımı paylaşmadılar. Onlar tam tersine ABD ile anlaşmak için anti Amerikancılık yapılmasına destek veriyorlardı. Nitekim istediklerini elde ettikleri anda bu stratejiye son verdiler. Bu arada çizgiyi aşmış olan herkes uçurumun başına gelip de duramayan sürü gibi bir anda aşağıya yuvarlanmaya başladı.

ANLAŞMA 5 MAYIS’TA YAPILDI

- Ne elde ettikleri konusuna sonra yine gelelim, ama öncelikle o “an”ın tarihi ne?
O an benim anladığım kadarıyla 5 Mayıs 2007.

- Yalnız bu arada 27 Nisan bildirisiyle 5 Mayıs arasında sadece 9 gün var?
Bence 27 Nisan anonim bir şeydi. Altında hiç kimsenin imzası yok bile. TSK’nın web sitesinden çıkmış bir korsan bildiri. Asker kurumsal olarak bu bildiriye karşı çıkmadı, ama yanına da geçmedi. Bence önlenemeyen bir şeydi ve daha da fazla belirleyici değildi.

- Peki 5 Mayıs’ı belirleyici yapan ne oldu?
TSK’nın en sevdiği partnerin AKP olmadığı çok açık, bunu tartışmaya lüzum bile yok. Fakat küresel çıkarlar, yerel çıkarlar ve güvenlik kaygıları AKP ile harp etmektense göreli bir işbirliğini vazgeçilmez hale getiriyor. Çünkü silahlı kuvvetler egemenlik içinmiş kurulmuş bir örgüt, muhalefet için değil. Muhalif bir örgüt olarak hiçbir ordu etkinliğini uzun boylu sürdüremez, iktidarın bütün gücünü tatması ve tattırması gerekir.

- Sizce ne üzerine anlaşıldı 5 Mayıs’ta?
Bence taraflar Cumhuriyet’in temel ilkeleri üzerine anlaşarak anayasal konumlarına çekilme kararı aldılar. Laik devlet korunacak, TSK da kendi işini yapacak.

- Yani “Erdoğan Büyükanıt’ın önüne bir yolsuzluk dosyası koydu, Büyükanıt her şeyi kabul etmek zorunda kaldı” dedikodusu sizin için de saçma?
Hayır hayır, modern devletlerde ilişkiler böyle şantajlarla yürümez. Üstelik hiçbir şey kendi yakınları için sır olarak kalmaz.

- Ve görüşmeden hala ciddi bir bilgi sızmadı?
Sızmadı, çünkü tarafların her ikisi de anayasal konumlarına geri dönmeyi kabul etti. Zaten aksi halde 27 Nisan hattı üzerinden devam etse ordu darbe yapmak zorunda kalacaktı ki, bunun da küresel anlamda şartları yoktu.

ASKER ERGENEKON’DAKİ KENDİ SINIRINI KENDİ ÇİZDİ

- 5 Mayıs’ın sonuçlarını siz nasıl okudunuz?
O tarihten sonra nelerin değiştiğine bakalım: Büyükanıt bir daha hiç siyaset konuşmadı. Hâlbuki ne kadar konuşkandı o tarihe kadar. Sonra TSK kendi asli işine döndü. ABD ile anlaşmaya varıldı. Kuzey Irak’a operasyon yapıldı. Erdoğan Gül’ün seçilmesine engel olmaya çalıştı. Ve tabii 17 Haziran’da ilk Ergenekon soruşturması başladı. Çünkü “anayasal konuma geri dönmek” demek darbecilerin mahkeme önüne çıkması demektir, bu kaçınılmazdır.

- Bu arada Hrant Dink, Danıştay, Malatya ve rahip katliamlarını nereye koyuyorsunuz?
Bunların Türkiye’nin fay hatlarını kırmaya ve bunun üzerinden çıkacak kaos dolayısıyla TSK’yı göreve davet etmeye yönelik, TSK dışı bir operasyon olduğunu anlamak o zaman da zor değildi.

- Neden zor değil?
Çünkü bunlar TSK artık Ergenekoncular’dan desteğini çektiği için son derece sınırlı imkânlarla ve sınırlı akılla yapılan şeylerdi; adeta “çılgınca”ydı. Etraflarında bir himaye yoktu. O yüzden de failleri çok kısa sürede ortaya çıkartıldı.

- Bu arada “derin devlet” sizce nedir?
Devletin kendisidir.

- O devlet günü gelir Susurluk’un, günü gelir Ergenekon’un deşifre edilmesine mi karar verir?
Öyle olmasa her iki dönemin özelliklerine baktığımızda gördüğümüz en önemli ortak öge muvazzaf hiç kimsenin sorgulanmaması olmazdı. Ortaya çıkmasına karar veren de devlettir, sınırı çizen de… Yaşar Büyükanıt o sınırları bize gayet güzel söyledi, “Suç işleyen cezasını çekecek. Ama TSK bir suç örgütü değildir” dedi.

- Yani?
Yani, TSK’yı öyle mafya gibi soruşturamazsınız, TSK kendi vereceğini zaten verir. Nitekim iki emekli orgeneralini verdi. Belki “Bir numara” denilen kişiyi de verecek, bilmiyoruz, ama bir de o kişiyi bekliyoruz.

“TÜRBANLI EŞ GİDER, AMA G.DOĞU GERİ GELMEZ” TERCİHİ

- Sizce asker 5 Mayıs’tan önce yüzde 47’yi öngörmüş müdür?
Askerin belki de elindeki veriler daha çoğunu gösteriyordu. Bence seçimden önce her şeyi aşağı yukarı anlamışlardı. Sadece yüzde 47’yi değil, “PKK’yı kınamayan bir Kürt hareketinin TBMM’de meşruiyet kazanacağını” da… Dolayısıyla AKP, TSK’nin bölgede sivil siyasetteki biricik partneri haline geldi.

- Az önce istediğini aldığı anda demiştiniz; TSK hangi istediğini aldı sizce?
TSK’nin istediği ilk şey ABD’nin PKK’yi “düşman” olarak tanıması, sadece formel olarak öyle tanımakla yetinmemesi, düşman muamelesi de yapmasıydı. ABD ile Genelkurmay ve Hükümet arasında Kuzey Irak konusunda varılan anlaşma bunu sağlıyor: ABD PKK’yi düşman olarak tanıyor ve TSK ile istihbarat paylaşıyor. Bu somut bir kazanım TSK için.
Ama öte yandan TSK’nın sınır ötesi harekât yetkisini elde etmesiyle birlikte Kuzey Irak’taki otoriteyle de Türkiye’nin bir şekilde ilişki kurması şart haline geldi ve Türkiye’nin bütün Irak denklemi bir anda değişiverdi.
Sonuç itibarıyla TSK, ABD’yle de AKP’yle de bir görüş birliğine varmış oldu. Yani ne dedi: “İşte, sermaye hâkimiyetiyse sermaye hâkimiyeti, ordunun ihtiyaçlarıysa ordunun ihtiyaçları, güvenlik meselesiyse tamamen hem fikiriz, yani Kürtlere zırnık yok. Geriye ne kaldı? Cumhurbaşkanının karısının başı bağlı olması. İyi de eşinin başı bağsız olan biri beş yıl sonra oraya gelebilir, ama ya Türkiye’de bir bölünme ihtimali olursa, onu kim geri getirecek?”
Ben hesabın böyle yapıldığını düşünüyorum. O yüzden de TSK ulus-devlet zihniyeti baki kalmak kaydıyla kendisini çekebileceği en son sınıra kadar çekmeye uğraşıyor. Başbuğ’un Harp Okulu ders yılı açılış konuşmasındaki Kürt açılımı tıpkı 97 MGSB’deki açılımın bir devamı gibi. Türk milletinden ziyade “Türkiye halkı” vurgusunun da sadece belagatten ibaret bir şey olmadığı kanaatindeyim. Yani asker Kürt meselesinde esneyebildiği kadar esniyor, ama “terör” diye gördüğü her şeyi de şiddetle bastırmak bakımından elinden geleni yapıyor, ondan sonra da hükümete dönüp “Terörün başka sebepleri var, bunları ortadan kaldırmak sadece askerin meselesi değil, iktisadi, sosyal, kültürel tedbirler alın” diyor.

- Sizce başarılı olacaklar mı bu yöntemle?
Bence esas talep olan kimlik talebi konu edinilmediği için bütün bunlarla bir sonuç almak kabil gözükmüyor.

KAPATMA DAVASININ ASKERLE İLGİSİ YOKTU

- AKP-TSK arasında 5 Mayıs’ta zirve yapan bir uyum görüyorsanız kapatma davasını nasıl gerekçelendiriyorsunuz? Yargının asker vesayetinde olmadığının kanıtı mı, yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi Ergenekon mu?
Askerle bir ilişkisi yok. Ergenekon da diyemeyiz. Ben daha ziyade TSK’nın AKP’yle girdiği anlaşmadan duyulan hayal kırıklığı ile orduyu bir adım daha ileri itebilmek için yargının başındakilerin yaptığı bir zorlama olarak görüyorum.

- Gerekçeniz?
Böyle olmasaydı bir yargı konsensüsü sağlanmış olurdu ve Anayasa Mahkemesi’nden asla şimdi çıkan karar çıkmazdı. İkincisi Deniz Baykal’ın Silahlı Kuvvetler’e yönelik saldırgan eleştirileri… Çok iyi hatırlıyorum, Meclis’ten türbanla bağlantılı anayasa değişiklikleri geçip de TSK ses çıkarmayınca “Bir tek yargı kaldı güveneceğimiz” demişti… Arkasından Irak’taki kış harekatı bir haftada sonuçlandırılınca TSK’ya görülmedik bir eleştiri sağanağı başlatıldı. Bütün bunlar CHP çizgisinde hareket eden bir TSK ile CHP arasında olması düşünülemeyecek ilişkiler. Deniz Baykal doğrusu bu açıdan bir barometre gibi iş görüyor.

- Son olarak da Büyükanıt’ın Audi meselesi; buradan ne anlıyoruz?
Buradan kesinlikle şunu anlıyoruz: Hükümetle TSK arasında kesinlikle bir uyum var. Bana sorarsanız bu da modern bir devlette kaçınılmazdır. Hükümetle TSK arasında ahenk olmadan olmaz.

TSK HÜKÜMETLE SABAHTAN AKŞAMA KADAR DÖVÜŞEMEZ
- Ya peki “laikliğin bekçisi” anlayışı?
Şimdi Türkiye’de yürürlükteki laiklik tipi tehdit altında olabilir, ama burada TSK’nın başa çıkamayacağı bir problem var: O da AKP’nin İslami değerleri kültürel ve sosyal planda toplumun içinde yaygınlaştırmaya başlaması ve kendi hâkimiyet alanını bununla tanımlaması. Bu TSK’nın başa çıkacağı bir alan değil. Bu tam tersine Türkiye’de seküler bir yaşam tarzının gelişmesinden yana olanların, CHP’nin, sosyalistlerin, devrimcilerin, solun, emekten yana olanların, laiklikten yana olanların politik ve kültürel görevi.

- Ama türban yasası çıkarken laf etmemesi gerçekten yarattığı beklentiden çok uzakta bir yer değil miydi?
Asker orada da 5 Mayıs’taki kararını uyguladı: Hükümetle sabahtan akşama kadar dövüşülemez. Üstelik Anayasa Mahkemesi var. Neden Mahkeme’nin yerine kendisini koysun? Dolayısıyla bu tartışmadan hiçbir yara almadan çıkmış oldu.

12 EYLÜL’LE YÜZLEŞİLMEZSE BU DA UNUTULUR
- Ergenekon’da yara almadı mı TSK?Tabii ki almıştır.

- İyi de o zaman bunu göze mi aldılar sizce?
TSK için yıpranma dediğiniz nedir ki? 12 Eylül’den sadece 17 sene sonra, ki o 17’nin yarısını da at, Türkiye’nin kurtarıcısı olarak yeniden sahneye çıkmadı mı? 8-10 sene içersinde öyle bir aklandı ki neredeyse bütün 12 Eylül mağdurları 28 Şubat yandaşı olmuştu… Makine böyle çalışıyor. Bunu bozacak olan tek şey 12 Eylül’ün yargı önüne taşınabilmesi. Bu gerçekleşirse işte o zaman bir demokrasi çığırı açılacak.

- Fethullah Gülen cemaati denilen, TSK’yla AKP’nin arasını bozmakla suçlanan, TSK’yı küçük düşürecek sızmalar yaptığı ve özellikle Emniyet’te güçlendiği iddia edilen oluşum için ne diyeceksiniz?
Fethullahçı denilen kesimin sonuçta bir egemenlik mücadelesi içinde olduğunu ve rakiplerinden bir tanesinin de TSK olduğunu düşünebiliriz. Ama TSK’nın da Fethullahçılıkla rekabet için daha demokratik, daha topluma açık, daha saydam bir güç haline gelmesi gerekir. Yani üzgünüm, ama biz TSK’yı Fethullahçılardan koruyamayız, o kendi kendini koruyacak.

ABD SON DURUMDAN MEMNUN

- Şimdilerde konuşulan bir iddia da şu: “AKP’yle el sıkışan askerin giderek ABD’nin de istediği gibi ılımlı İslam’a uygun bir ordu olacağı.” Buna ne dersiniz?
Bence şu olabilir, daha az bağnaz bir yaklaşım benimseniyor olabilir. Her “Elhamdülillah” diyen insanı “şeriatçı” diye fişlemektense daha gevşek, daha liberal bir sicil yönetmeliği benimseniyor olabilir. Ama sonuç itibarıyla bence asıl görmemiz gereken şey 5 Mayıs mutabakatının ve esas olarak da 1997 anlayışının devam ettiğidir.

- Yani iki kez sarsıntı geçirse de tren hala 1997 rayında gidiyor?..
Evet, benim anladığıma göre o 1997 anlayışı çerçevesinde Türkiye’nin NATO ittifakı içersinde, AB üyeliği perspektifiyle ve ama Ortadoğu’da da kendine özgü çıkarları olduğunu iddia eden bir bölgesel güç olması konusunda hükümet ve TSK arasında bir anlayış birliği oluşmuş durumda.

- Bu anlayış birliğinin içine ABD’yi de koyduğunuz için soralım: ABD’nin bundan çıkarı ne?
Birincisi Türkiye’nin Batı ittifakının dışında bir arayış içerisinde olması ihtimaline son veriyor. İkincisi; seçilmiş olan bir hükümetin ayakta kalması, dolayısıyla ABD’nin “Müslüman ülkede demokrasi olur” tezi baki kalmış oluyor. Türkiye NATO içerisindeki rollerini oynamaya devam ediyor. İsrail ile Türkiye arasındaki iyi ilişkiler hem hükümet hem TSK açısından süregidiyor. Irak’ta işbirliği sürüyor. Türkiye’nin Küreselleşme içerisinde Amerikan çıkarlarının partneri olması çok önemli. Hem bu şekilde tüm yatırımları da boşa gitmemiş oluyor.

BU SÜRECİ EN İYİ LİBERAL DÜŞÜNCE KURULUŞLARI OKUDU

- Sizce bu kurduğunuz ABD-TSK-AKP denklemini Türkiye’de en iyi kimler okudu?
Birincisi zaten bu denklemi okuyamayanlar, gidişatın böyle olduğunu anlayamayanlar, mesela CHP gibi, tamamen ofsaytta kalıyorlar. O yüzden liberallerin önde gidenlerinin bunu gayet iyi okuduğunu düşünüyorum. Mesela liberal düşünce kuruluşlarını yönetenlerin bu konuya tamamen vakıf olduklarına inanıyorum. Bu kesimlerin, bu yeni durumu idrak ettiklerini ve önümüzdeki dönem buna dair bir hareketlilik içerisine gireceklerini düşünüyorum. Ve bence daha çok AKP’ye doğru hareketlenecekler.

- Nasıl yani?
Yani AKP giderek daha fazla liberal sağcıların da partisi haline gelebilir, gelecek. Öyle olmazsa zaten anlamlı olmaz da…

- Mesela liberal bakanları mı olacak?
Olabilir, çok mümkün. Çünkü AKP’nin kendiyle ilgili kaygıları ortadan kaldırmasının da göstergelerinden bir tanesi bu. Evet, parti kapatılmadı, ama herkes AKP’ye biz senin meşruiyetinden o kadar da emin değiliz demiş oldu. Dolayısıyla bu meşruiyeti yeniden üretmesi için liberallere ihtiyacı bitmedi, devam ediyor.

- Peki “Sol liberaller” dediğiniz kesim okudu mu bu süreci?
Ancak, solun nasıl bir taktik ile ilerlemesi gerektiğine dair tartışma henüz tüketilmedi. O yüzden tek tek kişiler hem “sol”da yer tutmak hem de önümüzdeki seçimlerde AKP dalgası üstünde yükselmeye devam etmek isteyebilir, ama bu teorilerini emekçi kitlelere kurtuluş umudu diye ne zaman anlatsalar, hükümetin “biber gazı” bu umudu havaya uçuruyor, o da ayrı.

  1. 3N+1K: ÖDP’den sekiz yıl önce ayrıldı
    KİM: 1948’de Bursa’da doğdu. Bir devlet memurunun oğlu. Beş kardeşin ikincisi. İlkokulu Ankara’da bitirdi. Ortaokul ve liseyi Talas Amerikan Ortaokulu, Ankara Atatürk Lisesi ve İzmit Lisesi’nde okudu. ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğrencisi iken Dev-Genç Genel Başkanı oldu. 12 Mart 1971’deki askeri müdahaleden sonra THKP-C’nin kuruluşunda yer aldı. Kızıldere’de 10 devrimci ve üç NATO teknisyeni rehinenin öldükleri olaydan sağ kurtuldu. Askeri mahkemede idam cezasına çarptırıldı. 1974 affıyla 30 yıla çevrilen cezasını 1986’da tamamladı. Ana Britannica’da redaktörlük, çevirmenlik yaptı. İletişim yayınlarında “Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi”ni tasarlayıp, yayın yönetmenliğini yürüttü. ÖDP’nin 1996’daki kurucularından biriydi. Ancak parti-içi demokrasi konusunda parti çoğunluğuyla anlaşmazlığa düşen gruplarla birlikte 2000’de ayrıldı. Halen Sosyalist Emek Hareketi’nde yer alıyor. Kendisini dünya çapındaki devrimci, Marksist düşünce ve mücadele geleneğinin bir üyesi olarak görüyor.
    NEDEN: AKP’li olmak ya da olmamak… Üstelik sol için bütün mesele sadece bu da değil. Asıl mesele, hem AKP’li olup hem de nasıl solcu kalabildiğini kanıtlamakta… Veya AKP’li olmayacağım diye soldan başka diyarlardaki hangi destanın içine savrulduğunu itiraf etmekte… Üçüncüsü de savunduğun solun dünyayla ne kadar uyumlu olup olmadığını açıklayabilmek üzerine... Bunların her biri günlerce, sayfalarca sürecek tartışma konusu. Sürüyor da zaten. Haftalardır solcular bu konuyu tartışıyor. Biz de ucundan tutalım dedik ve en hatırı sayılır sosyalistlerden Ertuğrul Kürkçü’yle konuştuk. Kürkçü hem bu tartışmayı anlattı bizlere, hem de yu anki Türkiye’ye baktığında neler gördüğünü…
    NE ZAMAN: 14 Ağustos, Perşembe günü.
    NEREDE: Taksim’deki Gezi parkında ve Bianet’te

YORUM - Kürdi Çatı

mesut_tek Kürdi Çatı-Mesut Tek

Abdullah Öcalan’ın son birkaç avukat görüşmesinde bahsettiği “çatı partisi” gündemde yer etmeye başladı.

Özellikle DTP çevresi bu konuda daha aktif ve istekli.

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ve Eşbaşkan Emine Ayna, Alternatif adlı derginin sorularına verdikleri cevaplarda, partilerinin konuya ilişkin görüşlerini nispeten derli toplu bir biçimde dile getiriyorlar.

DTP vekili Akın Birdal da Akşam gazetesinde yayınlanan röportajında “çatı partisi fotoğrafının” en fazla iki ay içinde ortaya çıkacağını müjdeliyor!..

DTP dışında, çatı partisi projesi içinde yer alanların konuya ilişkin görüşlerinin yeterince bilindiğini söylemek mümkün değil.

Ama projeye sıcak bakanların kamuoyuna yansıyan açıklamaları, “çatı partisi”nin yapısı ve niteliğine ilişkin farklı düşüncelerin olduğunu ortaya koyuyor.

“Çatı” sözcüğü yerine “çadır” terimini daha doğru bulan ve çadırın direğini “çağdaş demokratik sol ideoloji” olarak görenlerin yanı sıra, “demokrasiyi, demokratik ortaklaşmayı” ortak payda olarak görenler de bulunuyor.

“Demokrasi, barış ve emek”in ortak payda olmasını savunanların yanı sıra, çatı partisini “gerçek bir Türkiye partisi ve sol bir parti” olarak tanımlayanlar da var.

Parti ve yapıların varlıklarını koruyarak ortak bir çatı altında bir araya geleceğini söyleyenler de var, çatı altına giren partilerin bir dönem için varlıklarını koruyacaklarını söyleyenler de..

Ki kanımca bu ve benzeri ayrılıkları ve tartışmaları doğal karşılamak gerekir.

Kaldı ki bu tartışmalar yeni değil, “çatı partisi” ile de ortaya çıkmadı; TC’nin kuruluşundan beri varlığını sürdürüyor.

Tartışmaların temelinde ise, Kemalist devlet yapısının inkar ettiği toplumsal, dini ve etnik kesimlerin, kendilerini imhaya çabalayan sisteme karşı yürüttükleri mücadelenin başarısı için zorunlu olan ilişkileri bulunuyor.

Biliniyor, özellikle 1970’li yıllarda Kürdistan sol ve sosyalist hareketinin ayrı örgütlenmesine ilişkin çok çanlı tartışmalar yaşandı.

Değim yerindeyse Kürt solcuları kendi yolunu tuttular; ayrı örgütlerini oluşturdular.

Ama Türkiye ilerici, demokrat, devrimci ve sol hareket ile Kürdistan özgürlük hareketinin iş ve güç birliği sorunu gündemdeki daimi yerini korudu.

Çünkü Kemalist sistemin inkar ettiği ve imhayı dayattığı toplumsal, dini ve etnik gurupların sorunlarını tek başına çözmeleri mümkün değildi; bugün de öyledir.

Tarih emekçilerin, Kürtler ve öteki etnik gurupların, Aleviler ve öteki dini azınlıkların kendi sorunlarını tek başlarına çözemediklerini ortaya koyuyor.

Bu nedenle “çatı partisi projesi” nedeniyle de olsa, TC devlet sisteminin inkar ettiği kesimlerin iş ve güç birliği sorununun yeniden gündeme gelmesi iyi olmuştur.

Elbette bizim altına gireceğimiz bir çatıya ihtiyacımız var.

Ama sol, sosyalist ve Türkiye yaftalı direkler üzerine kurulan çadırlar, Kürdistan özgürlük ve demokrasi hareketine dar gelir, bazı ulusal kesimlerin dışarıda kalmasına neden olur.

Oysa Kürdistan özgürlük hareketinin geldiği aşama, yaşanan hassas süreç, hiçbir gücü dışarıda bırakmayan, tüm ulusal kesimleri kucaklayan bir yapının oluşturulmasını zorunlu hale getiriyor.

Bu nedenle Kürdistanlı yurtseverler ve özgürlük yanlıları olarak altına gireceğimiz çadırın yaftası ulusal özgürlük ve demokrasi olmalıdır.

Kuşkusuz, Türkiye ilerici, barışsever, demokrat ve sol güçlerle, devletin inkar ve imha politikasına maruz kalan gruplarla iş ve güç birliği yapmak gibi bir derdimiz de olmalı, bunun gereklerini de yerine getirmeliyiz.

Kürdistanlı yurtsever güçler, böylesi bir gereksinimin ve bu gereksinimin önümüze koyduğu görevlerin farkındalar.

Bunu görmezden gelecek bir Kürt yurtseverin olacağını düşünmüyorum.

Sorun, iş ve güç birliği sürecinin nasıl olacağı, neleri hedefleyeceği ve nasıl bir yapı altında gerçekleşeceğidir.

Kanımca, Kürtler bu sürece kendi çatıları altında katılmaları daha doğru olur.

Çünkü oluşturulacak bir “Kürdi çatı”, sadece genel birlik sürecine olumlu katkı sunmakla kalmaz, aynı zamanda ulusal demokratik haklarımızın elde edilmesi ve korunması için bir güvencedir de.

Unutulmamalıdır ki, Kuzey Kürdistan’daki tüm yurtsever kesimleri barındıran “Kürdi Çatı”, ülkemizin diğer parçalardan örgüt ve partileri bir araya getirecek bir yapı için temel taşı görevini de görecektir.

Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, Kürdi Çatı oluşturma görevi, acil ve kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde duruyor.

Kürt ulusal demokratik hareketinin çıkarına olan, PKK ve çevresinin de bu çorbada tuzu olması, “çatı partisi” için harcadıkları mesainin bir bölümünü bu amaç için harcamasıdır.

Tarihi deneyler ve akli selim bunu gösteriyor; böyle söylüyor..

Kurdistan.nu

'Kayıp arşiv' açıklanmalı

arif_dogan_albay Ersever ve Küçük'le birlikte JİTEM kurucularından olan Albay Arif Doğan'ın işyerinde, Kürtlere yönelik uygulamalar hakkında bilgiler içeren ve Ersever'in 'kayıp arşivi' olduğu belirtilen JİTEM'e ait belgeler ele geçirildi
Cem Ersever'in 'Kayıp Arşivi'
Cem Ersever ve Veli Küçük'le birlikte JİTEM'i kuran ve Bölge'de terör estiren Albay Arif Doğan önceki gün tutuklandı. Doğan'ın İstanbul Beykoz'daki işyerinde yapılan aramada çok sayıda el bombasının yanı sıra JİTEM'e ait 9 çuval belgenin ele geçirildiği kaydedildi. Belgelerin Ersever'e ait kayıp arşiv olduğu belirtiliyor.
Jitem bölgede terör estirdi
Kamuoyu, yıllarca Bölge'de terör estiren JİTEM'in faaliyetlerinin açığa çıkması ve adalet için, Doğan'la ele geçirilen arşivin açıklanmasını bekliyor. Bu arada Doğan, Veli Küçük gibi Batı'ya atandıktan sonra da kirli işlere devam etti. Mafya lideri Sedat Peker'le bağlantıları bulunan Doğan, insan ve akaryakıt kaçakçılığını organize etti.
Doğan çalışmayı etkinleştirmiş
Cem Ersever ve Veli Küçük ile birlikte JİTEM'in kurucuları arasında yer alan emekli Albay Arif Doğan önceki gün Ankara'da tutuklandı. İstanbul Beykoz'da kendisine ait işyerinde iki Kalaşnikof, bir pompalı tüfek, bin adet uzun namlulu silah mermisi ve bir kamyon gizli belge ele geçirilen Doğan'ın, Ergenekon soruşturması kapsamında verdiği ifade de, 'Ergenekon'la alakam yok. 21 yıl dağlarda görev yaptım. JİTEM'in dağlarda uygulayıcısıydım' dediği belirtildi. Doğan, Ergenekon operasyonunun başlangıç noktası olan Haziran 2007'de Ümraniye'deki bombaların da Cem Ersever'e ait olduğunu söyledi. Doğan'ın işyerinde ele geçirilen 9 çuval belgenin içinde Cem Ersever'in kayıp arşivlerinin de olduğu belirtildi. Doğan'ın, 1997'de bir gazeteciye verdiği mülakatta, 'JİTEM diye bir örgüt yok. Jandarmanın istihbarat birimi var. Veli Küçük komutanımla bu birime yeni bir düzen verdik, etkin çalışmasını sağladık. Hepsi bu...' dediği ortaya çıktı.
Peker'le iş yaptı
Bizzat Genelkurmay tarafından korunduğu 1998'de Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne (DGM) gönderilen yazıyla belgelenen emekli Albay Arif Doğan'ın Bölge'de işlediği birçok cinayetten sonra Batı illerinde de ülkücü mafyanın önemli isimlerinden Sedat Peker ile birlikte birçok işe adının karıştığı ortaya çıktı. Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık Daire Başkanlığı ve İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürlüğü'nün 4 Ekim 2004'te İstanbul, Ankara, Aydın, Balıkesir, İzmir ve Kocaeli'nde eşzamanlı başlatığı operasyonda 35 kişi ile birlikte gözaltına alınan Sedat Peker sorgulandıktan sonra tutuklanmıştı. Bu soruşturma kapsamında yapılan telefon dinlemelerinde Peker grubunun polis-asker-yargı-bürokrat ilişkileri teker teker tespit edildi. Bu kişilerden biri de Albay Arif Doğan'dı. Doğan'ın görev yaptığı yıllarda Sedat Peker'le ilişkileri de bulunmaktaydı. Uyuşturucu davası nedeniyle yargılandığı DGM'ye getirilirken kaçan Nejat Daş'ın yakalanması için Doğan'ın Peker'den yardım istediği de biliniyor. ayrıca 28 Mart 2004'te Genç Parti'den Eskişehir Belediye Başkanı adayı olan Emniyet eski İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu'nun seçim giderlerinin karşılanması için Doğan'ın Sedat Peker'den yardım istediği de öğrenildi.
Doğan hafıza kaybına uğramış!
Bülent Orakoğlu 9 Ocak 2005'te Vatan Gazetesi'nde çıkan söyleşisinde bunu doğruladı. Orakoğlu konuya ilişkin olarak, şunları belirtti: 'Siyaseti bilirsiniz, belediye başkanı adayı olduğumda paraya ihtiyacım vardı. Doğan'ı da tanıyordum. Erhan Korkmaz diye biri hesap numarama parayı yatırdı. Sedat Peker'i tanıyor değilim ama tanışıklığım var. İki yıldır filan... 11 yıl Emniyet Müdürlüğü yaptım. Bu dönemde suç örgütleriyle mücadele ettim. Ama Sedat Peker'i o dönemden tanımam... Doğan tanıştırmıştı beni.' Doğan ise, şöyle anlattı: 'Bülent'in sıkıntısını çözmek için eşimizi dostumuzu devreye soktuk. Ha bana kimdir bu eş dost derseniz. Bunu hatırlamıyorum. Kısa bir zaman önce by-pass ameliyatı geçirdim. Narkozun etkisiyle birçok şey unutuluyor. Eskiden olsaydı bana sorduğunuz kişileri çoraplarının rengine kadar söylerdim.'
Doğan'ın adı sahtecilikte de var
1995 yılında Gümüşsuyu Hastanesi'nde ortaya çıkan 'Sahte Askerlik Yapamaz Raporu' skandalında Albay Arif Doğan'ında ismi geçti. Doğan, o dönem Niğde Alay Komutanı görevindeydi. 2 yıl sonra Yalova Jandarma Alay Komutanı olduğu dönemde bir gazeteciye verdiği röportajda, DGM Savcısı Hamza Uçar'a 1999 yılında JİTEM'in kuruluşunu anlatan Doğan, 1997 yılındaki röportajında JİTEM'in varlığını inkar etti. Arif Doğan'a yöneltilen 'JİTEM'i siz mi kurdunuz' sorusuna Doğan, şu yanıtı vermişti: 'JİTEM diye bir örgüt yok. Jandarmanın istihbarat birimi var. Veli Küçük komutanımla bu birime yeni bir düzen verdik, etkin çalışmasını sağladık. Hepsi bu...'
JİTEM'in arşivi açıklansın
Ersever ve Küçük'le birlikte JİTEM kurucularından olan Albay Arif Doğan'ın Beykoz'daki işyerinde, Kürtlere yönelik uygulamalar hakkında bilgiler içeren ve Ersever'in 'kayıp arşivi' olduğu belirtilen JİTEM'e ait 9 çuval belge ele geçirildi. Belgelerin Ersever'e ait kayıp arşiv olduğu belirtiliyor. Kamuoyu, yıllarca Bölge'de terör estiren JİTEM'in faaliyetlerinin açığa çıkması ve adalet için, Doğan'la ele geçirilen arşivin açıklanmasını bekliyor. Öte yandan Doğan, Türkiye'deki insan ve akaryakıt kaçakçılığını organize eden grubun başında yer alıyor. Doğan'ın insan kaçakçılığı ve akaryakıt kaçakçılığını emekli binbaşı Ahmet Ş... ile birlikte organize ettiği belirtiliyor. İZZET AYDIN

Mersin'de 'HADEP'e müdahale' belgelendi

hadep_e_mudahale Ergenekon iddianamesinin önceki gün avukatlara dağıtılan 442. ek klasöründe, Kürtlere karşı devletin bir uygulaması daha ortaya çıktı. Ek klasörde yer verilen Sedat Peker'e ait telefon görüşmelerinde, 1999'daki belediye seçimlerinde Mersin belediye başkanlığını HADEP'in kazandığı, ancak bunun engellendiği itiraf ediliyor.

Mersin'de Kürtlere karşı ittifak

1999 yılında yapılan belediye başkanlığı seçimlerinde HADEP adayının Mersin Büyükşehir Belediyesi'ni kazanmış olmasına karşın, belediye başkanlığının Kürt bir adaya verilmesini Ergenekon'un engellediği ortaya çıktı. Ülkücü mafya çete lideri Sedat Peker, Semih Tufan Gülaltay, Sedat Şahin ve Sami Hoştan'ın telefon görüşmelerini içeren Ergenekon iddianamesinin 442. ek klasörü dün avukatlara dağıtıldı. Klasörde, Sedat Peker'e ait bir konuşma tutanağı yer aldı. Peker'in 11 Ağustos 2003'te yaptığı görüşme, Mersin Büyükşehir Belediye seçimleriyle ilgili. Peker, Sefer isimli kişiye, Mersin'de belediyeyi HADEP'in kazandığını, ancak bunu engellediklerini söylüyor. Mersin Büyükşehir Belediyesi'nin HADEP tarafından kazanıldığı ortaya çıkınca, DSP-MHP koalisyon hükümetinin DSP'li Kültür Bakanı Mersin'in Milletvekili İstemihan Talay, o gece apar topar adliyeye gelmiş, onun gelişinin ardından yapılan bir bomba ihbarı üzerine tüm adliye binası boşaltılmıştı. İçeride Bakan Talay, üç hakim ve iki katip kalmıştı. Bir haftadan fazla süren oy sayımları çalışmasının ardından yapılan açıklamada ise ilk açıklanan sonuçları göre HADEP ve CHP'nin ardından 3. sırada görünen DSP adayı Macit Özcan'ın seçimi kazandığı açıklanmıştı. Ama çıkan bu sonuca kimse inanmadı. Ancak Mersin üzerinde seçimler öncesi duruldu. Dönemin

MGK kararının ardında Mersin'de Kürtlere karşı provokatik eylemler başlatıldı

MHP'li Savunma Bakanı Mersin'de Kürtlerin seçim kazanacak nüfusa sahip olduğu için bu durumu MGK'ye taşıdı. MGK'den de kentteki Kürt nüfusunu azaltma kararı çıktı. Amaç, oradaki Kürt nüfusun belediyeyi kazanacak kadar yoğunlaşmasını önlemek. MGK kararının ardında Mersin'de Kürtlere karşı provokatik eylemler başlatıldı. Newroz kutlamalarında Ergenekoncuların yaptığı gibi bayrak provokasyonları çıkarıldı, Kürt işyerlerine saldırılar düzenlendi, seyyar satıcılık yasaklandı. Kentteki Kürtler baskı altına alınmaya çalışıldı. HADEP yetkilileri o dönem, Mersin Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı oy döküm ve sayım işlemlerinde yasadışı uygulamalar yapıldığını, sayımlara ara verilmeden açık farkla birinci sırada olan partilerinin ara verildikten sonra üçüncü sıraya düştüğünü açıklamışlardı. 1999'da yerel seçimlerde önce TRT 'Mersin anakenti HADEP kazandı' haberini geçti. Sonuçlara göre HADEP birinci parti, CHP ikinci, DSP üçüncü, MHP de dördüncü parti oluyor. İSTANBUL / ANF

"Kürt kahvesi tarattırın... Üç-beş faili meçhul işleyin!"

Mersin'de belediyeyi HADEP kazandı biz engelledik

Kayıp yakınlarını fişlediler : Önce öldür, sonra fişle!

Ahmet Türk Neşe Düzel'e konuştu

Ergenekon Devleti temsilen defalarca PKK ile görüştü

İşte Ergenekon'un şok PKK operasyonu

Ergenekon'un kuyruğuyla uğraşıyorlar

Kürsüde kayıp afişi

Siyasetçi kırımı yaşanıyor

İHD’nin Ordu, Giresun ve Sakarya’daki fındık işçileri Raporu: 'Kürtlere karşı ayrımcılık var'

'Kürtlere karşı ayrımcılık var'
İnsan Hakları Derneği, ırkçı uygulamalara maruz kalan Ordu, Giresun ve Sakarya bölgelerindeki fındık işçilerine ilişkin hazırladığı raporu açıkladı. Raporda, devlet yetkililerince bölgeden gelen insanlara potansiyel suçlu gözüyle bakıldığı belirtilerek, önlemler alınması istendi.
Kürt işçiler potansiyel suçlukurt_isciler_cadirda_yoksulluk
Ordu, Giresun ve Sakarya'da Kürt işçilerinin son dönemde yaşadıkları sıkıntılara ilişkin heyet gönderen İnsan Hakları Derneği (İHD), hazırladığı raporu kamuoyuna açıkladı. Raporda, yetkililerin Bölge'den gelen insanlara potansiyel suçlu gözüyle baktığı belirtildi.
Bölge'den Ordu, Sakarya ve Giresun'a giden fındık işçilerinin yaşadığı sıkıntıları incelemek için Karadeniz Bölgesi'ne giden İHD heyeti, hazırladığı raporu kamuoyuyla paylaştı. İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, İHD Genel Sekreter Sevim Salihoğlu, İHD MYK Üyesi Veysi Altay, İHD Trabzon Şube Başkanı Günay Yolsay ve İHD Sakarya Şube Başkanı Neslin Gümüş'ün katıldığı toplantıda, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, devlet yetkililerinin açıklamalarının bir arada yaşamayı temsil etmesi gerektiğini vurgulayarak şunları söyledi: 'mülki idare amirleri açıklamalarına dikkat etmeli. Eğer bir vatandaşın sağlık sorunu ya da barınma sorunu var ise devlet yetkilileri bu konuda bir çözüm bulmalıdır. Şu anda söylediklerimizin hiçbirini görmüyoruz. Özellikle Kürt kökenli yurttaşlarımızın bu konuda bir ayrımcılıkla karşı karşıya olduğunu görmekteyiz.'
Öndül'ün ardından raporu açıklayan İHD MYK üyesi Altay Ordu, Giresun ve Sakarya'da bulunan siyasi parti, sendika ve mülki idare amirleriyle görüştüklerini söyledi. Altay, yaptıkları tespitleri şöyle sıraladı: 'Urfa, Adıyaman, Mardin, Siirt, Diyarbakır ve Batman gibi illerden ekmek parası için gelen, mevsimlik fındık işçilerinin sayı olarak tespitinin çok zor olduğunu, görüştüğümüz yerel yöneticilerinin de bu konuda çok fazla bilgi sahibi olmadıkları gözlemlenmiştir. Tahmini olarak 6 ile 8 bin işçinin bulunduğu tespit edilmiştir. Mevsimlik işçilerin, büyük bir kısmının kendi yaşadıkları topraklarda, toprakları ve yapacakları her hangi bir iş olmadığı için, il il dolaşmak zorunda kaldıklarını ve bununda nedeninin yıllardır Bölge'de yaşanan çatışmalı ortam olduğunu, heyetimize ifade etmişlerdir.'
'Yetkililer girişimde bulunmuyor'
Fındık işçilerinin Ordu'ya girişleri valilik tarafından engellendiğini hatırlatan Altay, 'Girişleri daha sonra sağlansa bile çalışma boyunca çadırlarda, dere kenarında, elektriksiz, tuvaletsiz, içme suyundan yoksun, sağlıksız bir ortamda, sağlıksız beslenerek yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Birde hiç çalışamamış hiç iş bulamamış daha kötü koşularda yaşamaya mahkum edilen insanlara rastlamak mümkün. Özellikle Ordu ilinde fındık işçilerinin daha önce Ordu'ya geldiklerinde kaldıkları Melet Çayı'nın kenarı, bu yıl valiliğin çıkardığı genelgeyle yasaklanmış, Melet Çayı'nın etrafına çevik kuvvet ve jandarma yerleştirilmiştir. Bundan dolayı insanlar kalacak yer bulamayıp, rast gele sığınacakları bir yer bulmak için arayışa girmişlerdir. En son Ordunun Perşembe ilçesine bağlı Efirli ve Elekçide şantiye alanı olan bir yere sığınmışlarıdır.
Ortalama 5 dönüm olan Efirli şantiye alanına yaklaşık 400 ile 500 arası insan yaklaşık 60 ile 80 arası çadırla yerleşmişlerdir' dedi. İşçilerin sosyal yaşama dahil olamadıklarını ve onlara potansiyel suçlu gözüyle yaklaşıldığına dikkat çeken Altay, 'Daha önce çalıştıkları yereler de bir çok imkandan yararlandıklarını söyleyen insanlar, bu yıl bir çok imkandan yararlanamadıklarını ifade etmişlerdir' diye konuştu. Belediyelerin hiçbir şekilde fındık işçilerinin yaşadığı yerlere hizmet vermediğini gözlemlediklerini söyleyen Altay ayrıca, birçok çocuk çeşitli okullara kayıtlı olduğu halde ekim sonuna kadar okullara gitmediklerini belirtti.
Devlet tedbir önerileri
Heyetin gözlemleri karşısında önerilerinin olduğu ve bu önerilerinin ciddiye alınması gerektiğini vurgulayan Altay, heyetin önerilerini şöyle sıraladı: 'Uluslararası insan hakları belgelerinde, İLO belgelerinde ve iç hukukta yer alan haklar ve özgürlükler uygulanmalıdır. Bu bağlamda: Bu bölgede yaşayıp da üretememelerinden dolayı mağdur duruma düşen veya düşürülenlere devlet tarafından telafi edici önlemler acil olarak alınmalı. Mevsimlik işçiler sosyal güvenceye kavuşturulmalı. Devlet bölgedeki mayınlı alanları bir an önce temizlemeli, işsiz ve topraksız insanlara iş alanı tahsis etmeli. İşçilerin yoğun olarak çalıştıkları bölgelerde sosyal meskenler tesis edilmeli. Sağlık ekiplerinin devamlı sağlık hizmeti vermeleri sağlanmalı. Yerel yöneticilerin mevsimlik işçilere yönelik ayrımcı tavırlarını terk etmeleri, terk etmeyenler için yaptırımlar öngörecek yasal düzenlemeler yapılmalı. Kürt işçilerin kimliklerinin toplatılması ve ayrımcı uygulamalardan derhal vazgeçilmeli. 'Güvenliğe' gösterilen hassasiyet, insanca yaşam, sağlık, insanların barınabilecekleri yerler ve kalacakları yerler içinde gösterilmeli. Mevsimlik işçileri, 'dayı başı, elçi' gibi aracılar yerine yasalar önünde tanınacak, haklarını arayabilecekleri yasal düzenlemeler yapılmalı. Mevsimlik işçilerin, haklarını arayabilmeleri için örgütlenmelerinin önünü açıcı yasalar çıkarılmalı, örgütlenmeleri için desteklenmeli. Çocuklar eğitim haklarından kesinlikle mahrum bırakılmamalı, buna yönelik derhal tedbirler alınmalı. Çocukların, çalıştırılmasının önüne geçilmeli ve çocukların emeklerinden yararlanmaya son verilmeli.' İSTANBUL / DİHA

Ordu'da ırkçılığın gerekçesi de ırkçılık!

Kürt işçilerin Ordu ve Trabzon’a girişi yasaklandı!

‘’Adapazarı Kürtlere mezar olacak’’

İzmir, Sakarya, Aydın, Balıkesir, Mersin, Gebze… Lincin son durağı Adana

Marmara Bölgesi’nde Kürtlere yönelik halk ihlalleriyle birlikte linç girişimleri de arttı.

Türk, saldırı ile Türk-Kürt savaşı başlatılmak isteniyor

‘Sakarya’da DTP’lilere linç Madımak’ı andırıyor’

Türk Savaş Uçaklarının Kendekolê Katliamı

kendakol_katliami_o Kendekolê'de bir vahşet anı
Son bir yıl içinde sınırötesi operasyonlarını yoğunlaştıran ve sivilleri hedef alan Türkiye'nin gerçekleştirdiği en büyük katliamlardan birisi, 15 Ağustos 2000'deki Kendekolê Katliamı'ydı. Çoğunluğu çocuk ve kadınlardan oluşan 30 kişinin katledildiği katliamın tanıklarından on çocuk annesi Xecê o günü şöyle anlattı: Bombalama korkunçtu. Her zaman olduğu gibi yine kadın ve çocukları vurdular. Hepsini vurdular...
'Uçaklar vurdu, vurdu, vurdu'
image Kürt trajedisinin en çarpıcı örneklerinden biri de Kendakol katliamı. 15 Ağustos 2000 tarihinde havalanan Türk savaş uçaklarının attığı bombalar, Güney Kürdistan'ın Kendakol bölgesinde yaylalara çıkan Herki koçerlerinin üzerine yağdı. Bombalama sonucu çoğunluğu çocuk ve kadınlardan oluşan 30 kişi öldü, onlarca kişi de yara landı.
Ağırlıklı olarak hayvancılıkla geçimini sağlayan Güney Kürdistan aşiretlerinden Herki, Surçi, Bradost ve Mamsal aşiretleri yazları Kelaşin, Lolan, Xinêrê ve Xakurkê yaylalarına çıkıyor. Kışları Musul, Hewlêr ve Behdinan'ın ovalarındaki köylerinde geçiren aşiretlerin her biri yazları belirli bölgelere çıkıyor. Herkiler, Sideka'dan Axa Çeka'ya ve Nazdara Daxê'ye kadar olan bölgede yani, Türkiye sınır boyundaki bölgede koyunlarını otlattığından sık sık Türk savaş uçaklarının saldırılarına maruz kalıyor. Herki aşireti için en çekici yer Kendakolê ve Xinêrê alanlarıdır. Suyun ve otlakların bol olduğu bu alanlar Herkilerin yaşama sevincidir aynı zamandı. Her Herki, Kani Germiyanê'yi bilir. Kani Germiyanê'nin suyundan içmek için her Herki binbir zahmete katlanır.
İlk saldırı 1992'de gerçekleşti
Herki koçerlerine yönelik Türk savaş uçaklarının ilk saldırısı 1992 yılında gerçekleşti. Xinêrê'de hayvancılık yapan koçerlerin üzerine 'terörist yuvası' olduğu gerekçesiyle bomba yağdırıldı. Katilama dünya ve Güneyli Kürt partileri sessiz kaldı. 1995'de yapılan bombardımanda da hedef, gerekçe ve sonuçlar yine aynıydı... Ölenler ise Kürt koçerler. 1997'de 8 uçağın katıldığı hava saldırısında Mêrga Hewşê, Lolan, Xinêrê ve Şewa Bihikê alanlarında yaşayan koçerler vuruldu. 1999'da da hedef aynıydı. 1999'da yapılan saldırıda Kelaşîn alanında bulunan 10 İran askeri de öldü. Saldırıda dünyanın tepki gösterdiği tek şey 10 İran askeriydi.
30 kişi öldürüldü
kendakol_katliami 15 Ağustos 2000 tarihinde Xinêrê-Lolan arasına sıkışmış Qaşmukê ve Avxwar vadilerine bakan Kendakol ovasına kurulan yaklaşık 100 koçer çadırına yeni bir saldırı daha yapıldı. Türk savaş uçaklarının attığı bombaların gürültüsüne karışan kadın ve çocukların bağrışları arasında bir anda cehenneme dönen Kendakol'da 30 kişi öldü, onlarca kişi de yaralandı. Kendakol katliamında yaşamını yitirenlerin isimleri şöyle: M. Ali Uzeyir (35), Fatma Nebî (25), Berîtan M. Ali (4), Bahar Eshed (18), Gilawêj Simaîl (18), Ferzande Şakir (1), Xelat Qadir (18), Beyaz ëbrahim (70), Besê ëbrahim (68), Sonya Mihê (35), Fadima Sewdîn (18), Peyman Qadir (17), Rêzan Qadir (12), Fatma Hesen Esen (60), Hedîya Mele Hesen (45), Nejat Maîn (10), Xecîca Maîn (11), Baxtîyar Hecac (16), Faxir Bakî Ali (40), Surmê Esmer (30), Şehnaz Faxir (15), Dilnaz Faxir (10), Kusret Faxir (5), Zuhre Sadî Şêxo (70), Semîr Mihê (25), Raîd Qadir (15), Fatma Rahman (30). Ayrıca kimliği tesbit edilemeyen ve bir yaşın altında 3 çocuk daha aynı saldırıda yaşamını yitirdi. 30 kişinin yer aldığı bu listede Diana ve Hewlêr'e gönderilen yaralılar arasında yaşamını yitirenler yer almıyor.
Tanıklar katliamı anlatıyor
Katliamdan sağ kurtulanlar kan ve gözyaşı içinde en yakın kasaba olan Sideka'ya doğru yollara düştü. Ancak gidenler, başka gelir kaynakları olmadığı için 5-6 gün sonra tekrar yaylalara dönmek zorunda kaldı. Hem de hiç bir yaşam güvenceleri olmadan. Katliamın canlı tanıklarından olan 60 yaşındaki Cewher Haco savaş uçaklarının geldiği anı şöyle anlatıyor: 'Uçaklar geldiğinde, Xinêrê Suyu'nun üstünde sürüleri sağıyorduk. Önce uçakların hayvanları vuracağını düşünerek, sürüyü toplamaya çalıştık. Ama sonra bir de baktık ki, bombalar çadırların üzerine yağıyor. Süt sağan kadınlar bombaların çadırların üzerine atıldığını görünce tehlikeye rağmen, ağlayarak çadırlara doğru koştular. Ancak bombardıman bitinceye kadar zomlara yaklaşamadık.'
Bombardımandan sonra birkaç saat önce bıraktıkları yerden geriye parçalanmış cesetler, toz, duman ve yanık kokusunun kaldığını Cewher Haco anlatıyor: 'Çadırların kurulduğu yere Şîva Bihîkê tepesinden bakıldığında kocaman bir köyü andırıyordu. Ama bu kez köy yerine alevler içinde bir arazi duruyordu önümüzde. Çadırlara ulaştığımızda yanık et kokusu genzimizi yakıyordu. Arkamızda bıraktığımız kadın ve çocukların bir kısmı yerde cansız yatıyordu. Kimisi de paramparça olmuştu. Bazılarının gövdeleri parçalanmış, iç organları dışarı çıkmıştı. Kiminin kolu, kiminin bacağı yoktu.'
Manzara tam bir vahşetti
kendakol_katliamii Herki aşiretine mensup, 45 yaşındaki Mahir, Kendakol ve diğer katliamlarda yakınlarını kaybetmiş. Kendakol katliamı sırasında sürünün başında olduğu için bugün h�l� yaşıyor Mahir. 1997'deki katliamın da canlı tanıklarından olan Mahir, Kendakol'u şöyle anlatıyor: 'Bombardıman sırasında ben sürünün yanındaydım. Uçaklar gittikten sonra çadırların olduğu yere geldim. Manzara tam bir vahşetti. Çocuk, kadın, genç, yaşlı bir çok insanın bedeni parampaçaydı. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi bilemedim. Çadırıma uğradım, tek bir şey sağlam kalmamıştı.'
Mahir 1997'deki katliamın da çok farklı olmadığını şu sözlerle anlatıyor: '1997'deki katliamda da çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 25 kadın ölmüştü. O zaman da 30 yaralı vardı. 1997'de sadece bir yeri vurmadılar. Mêrga Hewşê'den başladılar, Dola Mendokê, Dola Berrubar, Mêrga Fatokê ve Xinêrê Suyu'nun kıyısında açılmış bir çok çadırı 8 uçakla vurdular. Bombardıman 4-5 saat sürdü. 4 uçak bombaları boşalttıktan sonra gidiyor, ayrı 4 uçak daha geliyordu.'
Kendakol katliamından sonra Sideka kasabasına sığınanlar tekrar yaylalara geri döndü. Mahir bunun da çaresizlikten kaynaklandığını söylüyor: 'Uçak tehlikesi olsa da yaşamak için, açlıktan ölmemek için yaylalara geri dönmek zorundaydık. Bu yüzden katliamdan kısa bir süre sonra acılarımıza rağmen tekrar geri döndük.'
Çıplak ayaklarla yola düştük
Kapkara elbiseleri içinde, on çocuk annesi Xecê'nin öfkesi hala dinmemiş. 'Tonlarca bombayı bir çırpıda üzerimize bıraktılar' diyen Xecê'nin başörtüsü altından görülen ak saçları ve sözlerine yansıyan keskinlik yaşadıklarını anlatmaya yetiyor. Katliama o dönem Güneyli Kürtlerin sessiz kalmasına öfkeli Xecê: 'Uçakların sesini duyunca çocuklarım ve torunlarımı alıp köprünün altına sığındık. Bombalama korkunçtu. Sonra da kaçtık, ne erzak, ne battaniye, ne ekmek kaldı.. Çıplak ayaklarla düştük yollara. Her zaman olduğu gibi yine kadın ve çocukları vurdular. Hepsini vurdular. Dört kere dönüp dolaşıp, özellikle bizim çadırlarımızı vurdular. Birkaç gün başkaları bize baktı.'
Mahir gibi çobanlık yapan ve diğer katliamlarda yakınlarını yitiren Latif de benzer şeyler anlatıyor. 5. keredir aynı acıları yaşayan Latif de Türkiye'nin bilerek Herki aşiretinin koçerlerini vurduğunu düşünüyor: 'Kendimi bildim bileli yaylalara çıkarız. Daha önceki saldırıları da gördüm. Kadınlarımızı, çocuklarımızı vurdular. Çadırlarımızı bombaladılar. Yakıp yıktılar... Aslında sadece Herkiler değil. Kürt olan herkesi ve her şeyi sevmiyorlar. Türklerin de, Arapların da, Acemlerin de asıl gayesi budur. Biz de birlik değiliz. Ne olacak bu hal bilemiyorum.'
45 dakika bombaladılar
Kendakol katliamında üç yakınını yitiren Şêro Uzeyr, üzerlerine her türlü bombanın yağdırıldığını söylüyor. Uzeyr, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: 'Uçakların sesini duyduğumda çadırdaydım. Sesleri duyunca çadırdan çıkarak gökyüzüne baktım. Uçaklar Kendekol'un üzerinde dönüyorlardı. İki kez döndüler, vuracaklarını anladım. Çünkü uçaklar önce vuracakları yerin üzerinde dönüyorlar. Çocuklarımla birlikte koşarak çadırların arkasındaki kayalıkların arasına gizlendik. Uçaklar vurmaya başladı. Yaklaşık 45 dakika bombaladılar. Bombalara ait parçalar, altına girdiğimiz taşlara çarpıyordu. Patlamalar kesildikten sonra kayaların arasından çıktık, çadırlarımız ateş ve dumanlar içindeydi. Yaşamını yitiren insanların cesetleri parçalanmış ve tanınamaz hale gelmişlerdi. Napalm, kazan, roket, uçak mermisi, ne buldularsa üzerimize yağdırdılar.'
Şêro Uzeyr de katliamdan sonra ailesiyle birlikte Sideka'ya sığınmış. Uzeyr, yolda da bir çok insanın kaybolduğunu söylüyor: 'O gece hepimiz Sideka'ya doğru yola çıktık. Herkes kendi başınaydı. Birçok kadın ve çocuk kaybolmuştu. Bazıları Sideka'ya kadar gidemedi, Bêrkîmê, Derewê ve Sinînê'de kaldılar. Biz de Sinînê de kaldık. Her şeyimiz yanıp kül olmuştu. Kaybolan kadın ve çocukların bazılarını ancak on-onbeş gün sonra bulabildik. Bazıları h�l� bulunamadı. Nerede olduklarını bilmiyoruz.'
Çocuklarımla kayalıklara sığındık
İki çocuk annesi Fatma da kendisini çocuklarına siper eden kadınlardan. Katliamı anlatırken bile yüreği sızlayan Fatma'nın ağzından Kendakol'da yaşananlar ise şöyle: 'Uçakların vuracağını anlayınca, çocuklarımla birlikte kayalıklara gizlendik. Bedenimle çocuklarımı korumaya çalıştım. Uçaklar gidene kadar öyle kaldım. Sonra kayalıktan çıktık. Çadırlarımız yanmıştı. Bir çok çocuk ve kadın yanarak parçalanmıştı. Sağ kalanları alarak kaçtık. Sinînê'ye gittik. Üç gün aç kaldık. Kaybolmuştuk. Sonradan Sininê yakınlarında bazı zomlara gittik. Göçerler çoktu. Zomların erzağı azdı. Hepimize verebilecek ekmekleri yoktu. Beş gün sonra ailemi buldum, çocuklarımla birlikte buraya geri döndüm.'
18 yaşındaki Berivan Leyl, katliamda yaralananlardan. Bombalama anında yaşanan şok ve paniği anlatıyor Leyl: 'Uçakların sesini duyunca çadırların arka tarafına kaçtık. Biz kendimizi kurtarmıştık ama bir çok insan ateş altında kalmıştı. Yengelerim, annem hepsi yaralandı. Ben de ayağımdan yaralandım. Bombalamanın olduğu gün, geri geleceklerinden korktuğumuz için hava kararana kadar dağda kaldık. Daha sonra çadırların yanına gittik. Herki aşiretinin bir kabilesi neredeyse tamamen yok olmuştu. Biz de Sideka'ya sığındık ama 20 gün sonra geri dönmek zorunda kaldık.
Bombaların hedefi bizdik
1992'den beri Türk savaş uçaklarının yaylalara çıkan koçerlerin çadırlarını vurduğunu anlatan Hacı Kerim, bombalamaların kaza sonucu değil, bilinçlice yapıldığına inananlardan. Hacı Kerim 1997'de 4 saat boyunca uçakların bomba yağdırdığını anlatarak, şöyle devam ediyor: '1997'de önce 4 uçak gelip bombalarını bırakıyordu, onlar gidince bu kez başka 4 uçak daha geliyordu. Dola Berrubar'dan kendilerini bıraktılar, Mêrga Hewşê'ye kadar bir çok çadırı bombaladılar. O zaman da Sininê'ye kadar kaçmıştık. Revandukların arasına gittim. O zaman bize yardım eden olmadı. Vallahi kimse bize bir sigara bile vermedi. Zor duruma düştüğümüzde bizi soran olmuyor, ne dünyadaki insani kurumlar ne de adımıza siyaset yapan partiler.' Hacı Kerim 2000 yılında yapılan saldırı sırasında Diana'daymış. Haber kendisine ulaştıktan sonra cenazeleri nasıl taşıdıklarını anlatıyor Hacı Kerim: 'Kendakol saldırısı olduğunda ben Diana'daydım. Bir şoför geldi, halinden bela haberini getirdiğini anladım. 'Hayırdır' dedim, 'Hayırlı haber değil, Kendekol'u vurdular, kimse kalmadı' dedi.' Biz arabaya atladık, Sininê'ye geldik. O gece Kendakol'a giderek cenazelerimizi taşıdık. Kaç senedir bu hep böyledir. Uçaklar gelir, vururlar. Biz cenazelerimizi toplar köylerimize götürür toprağa veririz. Ertesi yıl yeniden geliriz, aynı şeyleri yeniden yaşarız.'
'Baba ölecekmiyiz?'
kendakol_katliami_cocuk Xelil ise bombalama sırasında kadınların bedenlerinin nasıl parçalandığına tanık olanlardan. Çocuklarıyla birlikte kayaların oyuklarına saklanan Xelil, yaşadıklarını şöyle anlatıyor: 'Uçaklar geldiğinde çadırdaydım. Eşim ve iki çocuğum yukarı vadideydi. Ben üç çocuğumu alıp yakındaki kayalıkların oyuklarına saklandım. Oyuğun önünde, kayaların arasına saklanan kadın ve çocuklar vardı. Bombalar sağımıza, solumuza düşüyordu. Bir ara Fatma adlı komşumuz oyuğun içine girmeye çalıştı. O an büyük bir patlama oldu. Vücudunun yarısı oyuğun içine giren Fatma'nın ağzından ve burnundan kan geliyordu. Ben de önce kendim vuruldum zannettim. Öldüğümü düşündüm. Gözlerimi kapattım, gözlerimi kapatarak yüzümü yere kapadım. Çocuğumun 'baba ölecek miyiz?' dediğini duyunca gözlerimi açtım. Toz duman menfezin içine kadar dolmuştu. Uçaklar hala vuruyordu. Fatma'ya baktım ölmüştü. Kafası ve kolu oyuğun içinde kalmıştı. Uçaklar vurdu, vurdu, vurdu.'
9 yaşındaki kız çocuğu Çimen de uçaklar geldiğinde süt sağanlar arasındaymış. Uçak seslerini duyunca yakındaki sögüt ağaçlarının arasına saklanmış Çimen. Çimen gibi yüzlerce çocuk uçak seslerini duyunca korkup, saklanmışlar. Ama saklanamayan onlarca çocuk ise ölümden kurtulamamış. Çimen 'bizi vuracaklarını, evlerimizi vuracaklarını anladım. Babam bana uçakların ne zaman vurabileceğini daha önce anlatmıştı. Oradan anladım vuracaklarını ve ağaçların arasına girip saklandım' diyor. 9 yaşında ölümle tanışan Çimen ve daha nice Kürt çocuğunun hayatları boyunca yaşadıkları korku dolu dakikaların izlerini taşıyacakları kesin.
ANF/KENDAKOL -Gündem

Şengal katliamı unutulmuyor

Bir Ergenekon cephaneliği daha çıktı

Kerkük üzerinden nüfuz savaşı

'Faili devlet' yargılansın

‘Botlarımızın içi kan doluyordu’

DERSİM KATLİAMI TANIĞINDAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR Çiftçi katliamda yaşadıklarını anlattıktan bir hafta sonra, 3 Ocak 2007 tarihinde yaşamını yitirdi

Emir Türkiye’den geldi

Gazi davası yeniden görülsün

Köy yakanlar devrede

Sivas'ta Ölenler, Yaralananlar, Kurtulanlar...

Bu nasıl insanlık?

Diyarbakir'da 2'si bebek, 7'si çocuk toplam 10 kişinin katledildiği bombalı saldırının failleri korunuyor. 

Beytüşşebap Katliamı: Aileler Katliamcıların isimlerini biliyoruz

Yer-gök böyle zulüm görmedi

Bir askerden vahşet itirafları

Bu da havan topu parçası

Facebook'da ırkçı örgütlenmeler

Türk Polisi, veresiye meşrubat vermeyen esnafa saldırdı!

KCK, PKK ve KJB'den 15 Ağustos açıklaması

AKP kan emmeyi sürdürüyor

AKP'den işkence ye büyük tolerans

Vahşete karşı bir direniş ruhu: 14 Temmuz 1982

Küllenmeyen yangın: Sivas Katliamı

1925 KÜRDİSTAN HAREKETİNİ ANMA PANELİNE ENGELLEME

Polis, 12 yaşındaki çocuğun yüzüne sıcak su döktü..“Oğluma bunu yapanlar insan olamaz”

BEDIUZZAMAN SAİD’İ KURDÎ: KÜRTLERİN GANDİSİ

CDK, Kürtlere saldırıları Hitler dönemine benzetti

Leopard 2 savaş tankı Türkiye'ye satıldı. Alman silahlanma raporunu sert bir şekilde eleştiren insan hakları örgütleri, Kürtlerin savaşla tehdit...

Diyarbakır 5 Nolu

Aydın Dere Tarih bizden ne istiyor?

Tarihe Kazınmış Belgeler; Kürt Soykırımları

Kayıp yakınlarını fişlediler : Önce öldür, sonra fişle!

Türkiye terörist ülke mi?

KÜRTLER İN ELİNE TUTUŞTURULMUŞ YENİ TOPİTOP ŞEKERİ YAHUDi DÜŞMANLIĞI

Halepçe, Qamışlo, Beyazıt ve Gazi katliamları protesto edildi

KCK, katliam yıldönümünde Suriye Baas rejimini kınadı

Vahşetin simge kızı 13 yıl sonra konuştu

İşte suç örgütü değil denilen TSK'nin vukuatları

Güçlükonak’ta 11 Kürt Öldürüldü [15 Ocak 1996]

Beytüşşebap Katliamı: Aileler Katliamcıların isimlerini biliyoruz

Beytüşşebap için Ankara’da düğmeye basıldı

'Askerler, hamile kadınların karnını deşiyorlardı'

Şengal Katliamı: 500 ölü, 400 yaralı

En küçük bir ihbarda, ya Evleri ve mallari gasp edildi yada topluca Daragaçlarina çekildiler.Sürgün edildi "şansli" olanlar

Yaşar Kaya Çiler’e Sormuş: Beni Ne Zaman Vuracaksınız?

Yasar_Kaya_x01

Ergenekon=Devlet, cinayet- www.Kurdistan-Post.org

Yaşar Kaya Tarih: 16 Ağustos 2008 Cumartesi

Ergenekon davası ile dokunulmaz ve yüce devletin teknesinde açılan delik küçümsenemez. Tekne su aldıkça ya işe yaramaz ağırlıklar atılır, atılmazsa batışa doğru gidilir. İddianamede, Kürtlerle ilgili itiraflar var, tek tek ele alınmış olsa da bu cinayetlerin kimin eliyle, kimin döneminde nasıl ve ne şekilde işlendiği ortaya çıkıyor. Hukuk varsa bu cürümlerin de cezası vardır, hukuk yoksa o çete gider, başka çete gelir.

Oturulan yerden Kürtlere;

Siz bu işte taraf olmayın demek, bırakın Kemalist maskeli katiller yürüsün. Onların yoluna taş koymayın demektir. Bu talihsiz  bir görüş, Kürt cinayetlerinin üstünden atlatmaktır, kim olursanız olun, kimsenin buna hakkı yoktur. Siz kendinizi Kürt tanrısı ilan etseniz de bu tarihi vebalden kurtulamazsınız.

Gerçeğe dönelim;

Otelden alınıp Sapanca’da öldürülen Savaş Buldan´in karısı şimdi  Iğdır Milletvekilidir,  arkadaşımız Necdet Buldan aile ve aşiret´i ile ayaktadır. Savaş Buldan ile katledilen Hacı Karay ve diğer arkadaşları da  öyle, bunlar ailesiz değiller. Bunlardan başka Medet Serhat, Musa Anter, Vedat Aydın, Ferhat Tepe, Hafız Akdemir... ve diğer katledilenler ailesiz ve kimsesiz mi idiler ? Elbette ki hayır, bunlar hemen birer Avukat tutup bu davaya müdahil olmalıdırlar. Yılmaz Erdoğan, Mustafa Erdoğan öldürülen Amcalarını sormalıdırlar. Bu kanı kimse bağışlayamaz. Bunda boğulurlar bağışlamaya yeltenenler. Behçet Cantürk ile ilgili şeyler yazılıyor. Ben Ankara Ulucanlar ceza evinden çıkınca DEP kurultayının ardından İstanbul´a geldim; Bir akşam telefon edip bize gelmek istediğini söyledi. ‘’Evdeyiz buyurun dedim,” Geldi, yanında karısı ve küçük kızı Heval de vardı.

Oturduk söze o girdi;

Ağabey kusura bakma, sen tahliye olalı bir ay oluyor, seni ziyarete ve geçmiş olsuna gelmedim, çünkü saklanıyordum, evvelki gece geldim. Dün bütün gece  emniyette sorguda idim. Hem çok para verdim, hem de beni çok yordular,”dedi. Lafı benim nasıl korunduğuma getirdi.

Hiç bir korunma tedbirim yok, nasıl olabilir ki, sabah evden çıkıp gazeteye gidiyorum. Sadece gece beni araba ile  getirip eve bırakıyor arkadaslar, geçenlerde gece yarısı iki olamasana rağmen, bir araba bizi Göztepe´ye kadar takip etti,” dedim.

Behçet Cantürk şöyle dedi:

“ Öyle olur mu, bak benim arabam zırhlı,( belinde çift silah taşıyordu). Silahlıyım, ancak özel kuvvetler beni öldürebilir. Yoksa başka kimse beni öldüremez,” dedi.

Daha sonra yorgun olduğunu ve eve gitmek istediğini söyledi. Uğurladık gitti, bu son görüşmemiz oldu.  DEP Genel Başkan´ı iken cenazesinde bulunduğum için basın bana saldırdı, iki gün de taziyesinde oturdum. Havlama ve zırvalara kulak asmadım. Behçet´le tanışmamız eskilere dayanmıyordu. Özgür Gündem´in  ortaklar toplantısından önce tanışmıştık, arada bir yıl bile yoktu. O toplantı´da yüzde beş hissem var, ben bu işten anlamam, yarın onu da noterde Ağabey´e devredeceğim. Bir daha beni toplantıya beklemeyin dedi ve öyle de yaptı. Bu yüzde beş için gerek devlete ve gerekse yüksek hesap uzmanları kuruluna hesap verdim. Heval´in o gece babasının kucağımdaki zeytin gözlerindeki sevinci, Savaş Buldan’ın kızı Zelal´in kayıplar yürüyüşünde babasının resmini taşırken  ki  halinden ben hangi Ergenekon´a bağışlayabilirim?

Türkiye´de Kürt cinayetlerini ortaya koyan bir dava açılmışken Kürtler nasıl taraf olamazlar, böyle bir şey tarihi aymazlıktır. DTP onlarca avukatla bu davada müdahil olmalı. İfadeler, sorular, zabıtlar, itiraflar tarihi öneme haizdir. Parti eğer parti ise bunları arşivlemeli. Türkiye´de Ergenekon mahkumiyetinden sonra hiçbir sey eskisi gibi olmayacaktır. Yeni bir yapılanma, temiz bir devlet, Kürt Özgürlük hareketini de büyük çapta etkileyecektir.

Demokratik Kürt muhalefeti yeni bir görevle karşı karşıyadır, herkes kapısının önünü süpürürken soğuk savaş döneminin köhnemiş dünya dışı, kan ve barut kokan namluların ebediyen susması yollarını aramalıdır. O bakımından Kürd´ün işi daha zordur. Kürtler önümüzdeki günleri boş geçiremezler, böyle bir lüksleri yok.

musa anter Kutlu Savaş’ın raporunda sansür edilen on iki sayfa ortaya döküldü, Behçet´i polis öldürdü deniyor. Musa Anter ile ilgili bölüm de pişmanlık ve isabetsizlik tespit ediliyor. Çok iyi hatırlıyorum. Musa Anter’ín öldürülmesinden sonra Demirel  söyle demişti: “Kendi aralarındaki hesaplaşmanın neticesidir.” Ölen Kürttü; öldüren de Kürttü ve Demirel bunu biliyordu, çünkü siyasi cinayetler Devlet Başkanı´nın haberi olmadan işlenmez.

Musa Anter´in cenazesini kaldırdıktan sonra İstanbul´a dönüşümde, Başbakan Tansu Çiler´e bir açık mektup yazdım. Diyordum ki: 

‘’Sayın Başbakan bana ne zaman ateş edeceksiniz.’’ 

Hiç birimizin kefen tedarikinin bile olmadığı günledi. Yerimiz uygun olsaydı okurlarımızın bu mektubu okumasını isterdim.

Yaşar Kaya