Osmanlı şairlerinden Baki'nin, "Muhteşem Süleyman" olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle: "Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.                                                                           Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır.                                                                                   Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur." OSMANLI VE TÜRKLER Bilindiği üzere birçok tarihçi Osmanlıyı Türk sayar fakat hakikat aslında öyle değildir. Bütün deliller ise tam tersini ispatlamaktadır. Osmanlı’ya Türk diyenler özellikle son 100 yılda yazılmış kitaplarda geçer. Osmanlı ise hiç bir zaman kendine ne Türk demiştir, ne de Türklüğü kabul etmiştir. Osmanlı Devleti’nde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı. Ve böyle birçok şeyler vardır. Osmanlı’nın Türk olmadığını maddelerle açıklayalım. 1. Osmanlı’nın Kayı boyundan olduğu söylenir fakat böyle bir delil veya ispat yoktur. 1597’de Şerefhan tarafından yazılan Şerefname'de “Rum hükümdarı Fatih Sultan Mehmet” diye yazıyor. Yunan ve Rum tarihçilerde Fatih Sultan Mehmed’in Rum kökenli olduğunu söylüyor. Rumların o dönemde çoğunlukta olduğu belli oluyor. Osmanlı hiç bir zaman Türkçe konuşmamıştır. Osmanlıca Arapça ve Farsça karışımı dildi. Bilinenin aksine Osmanlıca denen yapay Türkçe değildir. Türkçede çok fazla Arapça ve Farsça kelime olduğu için böyle sanılıyor. 1a. Osmanlı’da saray dili Persçeydi. Osmanlı’nın kullandığı alfabe de Pers (Fars) alfabesiydi. Arapça ve Farsça yazan, konuşan ediplerin, Türkçe konuşan ve yazanlardan daha üstün tutulmaları sebepsiz değildir. 2. Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hep yabancı ırklardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti. 3. Osmanlı şairlerinden Baki'nin, "Muhteşem Süleyman" olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle: "Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz. Ey hoca Türk toplumundan olanın başı kabadır. Türk, sultan olma yeteneğinden yoksundur." Yine bir Osmanlı şairi olan Nef'i ise; "Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır" demiştir. Divan-ı Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde, "Baban da olsa Türk’ü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammet'e ait olduğunu vurgulamaktadır. Sadece bir kıtasını yineleyelim: Osmanlı sarayının devşirme yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi'nin 1499 yılında yazdığı şiirin bir kıtası şöyledir: SAKIN TÜRK'Ü İNSAN SANMA BİR AN BİLE OLSA TÜRK’LE OLMA TÜRK ELİNE ŞEKER OLSA,O ŞEKER ZEHİR OLUR TÜRK'ÜN BAŞINI KESERKEN SAKIN GAM YEME BABAN BİLE OLSA TÜRK'Ü ÖLDÜR. 4. Anadolu’da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 50.000 kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu'nun Türklükle alakası olmadığının açık bir kanıtıdır. 5. Osmanlı tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır: "Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltiyamına derman yok." Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır. Osmanlı tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır. 6. Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: "Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar." 7. Osmanlı düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşat dergisinde çıkan bir yazıda; "Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. "Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu. 8. Osmanlı Efendisine Türk demek hakaret sayılmış, "Türk" sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur. Yani Türk kelimesi aşağılamak ve küfür yerine kullanılırmış. Irki bir anlam taşımıyor ve sadece cahil köylüleri aşağılamak söylenirdi. 9. İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk’e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır. 10. Devlet-i Aliyye Devri'nde, Başbakanlara, Sadrazam deniyordu. 624 yıllık Osmanlı devrinde, 215 sadrazam oldu. Ve sadece 78'inin Türk asıllı olduğu iddia ediliyor. Yani en 197 sadrazam Türk soyundan değildi. Bu 78 Türk olduğu iddia edilen sadrazamlarda büyük olasılıkla uydurmadır. Böyle birşey gerçek değildir. Son yıllarda yazılan tarih kitaplarında yer alır ancak. Eski tarih kitaplarında böyle birşey yer almaz. 11. Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içinde değildi. Anadolu’da tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu. 12. Osmanlı yönetiminde Türk’e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir: "Türk değil mi, Merzifon'un eşeği, Eşek değil, köpekten de aşağı." 13. Osmanlı Devleti’nde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı. Ne dini, ne dili, ne ırkı, ne davranışı Türklükle alakası olmayan Osmanlı’ya “Türk” demek kadar komik ve saçma birşey olamaz. Dünyada böyle birşey ne görülmüştür, nede duyulmuştur. 14. Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler "azınlık" konumunda kaldı. 1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu: "Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün 'Türk' veya Türkmen' olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin 'eşek kafalı' anlamında, 'Türk kafa' diye homurdanırsın. Büyük genetik araştırmaların hepsi Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş Türkmenlerin azınlık olduğunu ispatlamıştır. BAKINIZ, ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA GELMİŞ TÜRK GENİ YÜZDE 9 Bu araştırma dünyanın en büyük 3. Üniversitesi olan Stanford Üniversitesi tarafından yayımlanmıştır. Son iki cümleyi okuyun. http://med.stanford.edu/profiles/frdActionServlet?choiceId=s howPublication&pubid=14897&fid=3792 Daha detaylı versiyonu: %9 Türk http://hpgl.stanford.edu/publications/HG_2004_v114_p127-148. pdf Türkiye’deki genetik uzmanları da Anadolu’da Orta Asya kökenli gen taşıyanların çok az olduğunu söylüyor. http://www.milliyet.com.tr/2005/05/17/guncel/agun.html Dr. Wells: “Anadolu'da Türk dili ve kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik veriler, Selçuklu ile Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen Türk geninin burada fazla yayılmadığını gösteriyor. Kendinizi “Türk” sayabilirsiniz, ama kökleriniz başka yere uzanabilir”. 15. Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı'nın, Türk’e yaklaşımından farklı değildi. Avrupa Türk ismini aşağılamak için kullanırdı, Osmanlı da öyle. Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır. Osmanlı’lardan bahsederken Türkler dedikleri gibi. Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, “Hangi dindensin?” sorusuna, “Elhamdülillah Türk’üm” cevabını vermektedirler. Pakistan’daki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken, “mahbûb ve müslim” kelimeleriyle açıklanmaktadır. Hatta Avrupalılar Türk kelimesini kullanırken Araplar dahil birçok müslüman halkı kastederek Türk demişlerdir. Yani Avrupa Türk derken müslümanları kastediyordu. Bu Türkiye (Turchia) ismi Selçuklunun Anadolu’yu almasından süregelmiş bir kelimedir. Anadolu’ya “Türkiye” denmesinin sebebi Selçuklu Türklerinin Anadolu’da nüfus çoğunluğu olduğu için değildir, Anadolu’yu hakimiyeti altına alıp kontrol etmelerinden dolayıdır çünkü Anadolu’ya Türkmen askerler gelmiş ve bu militer güçle Anadolu’ya hakim olmuşlar. Kim hakimse onların ülkesi denmiş, ama Türkler hiç bir zaman nüfus çoğunluğuna sahip olmamıştır. Halende öyledir. Türkmenler ise fethettikleri yerlere Rumların ülkesi demeye devam etmiştir. Dolayısıyle Avrupalıların Turc/Turco sözcükleri eskiden süregelmiş kelimeden oluşuyor, fakat Türkler çoğunluk değildir. Ama Osmanlı Türklüğü hiçbir zaman kabul etmemiştir çünkü Türk değildi. Osmanlı Türkmenlere “Etrak-ı bi idrak = anlama kaabiliyeti olmayan Türkmenler” derdi (bu ibare, Osmanlı döneminde Türkmenler’e yakıştırılan bir ibaredir). Osmanlı Padişahına “Türk” dense, kendine hakaret edildi diye söyleyenin kafasını vurdururdu. 16. Ancak biz başa dönerek, Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların kökenlerine bir kez göz atalım. İlk Osmanlı Padişahı Osman beyin annesinin Türk, Mo(n)gol veya Acem kökenli olduğuna dair rivayetler varsa da, bunlara ait bir kanıt bulunamamıştır. 1- Osman Beyin iki eşi vardı, Mal ve Bala Hatunlar. Her ikisinin de Moğol asıllı olduğu iddia edilse de herhangi bir kanıt yok. 2- Orhan Bey: Osman Bey'in Mal Hatun isimli eşinden doğdu. Eşleri Rum asıllı Horofira (Nilüfer Sultan), Rum Asporçe ve Rum Teodora. 3- Birinci Murad: Horofira'dan doğdu. Eşleri Bulgar-Yahudi melezi Marya ve Bulgar Tamar. 4- Yıldırım Beyazıd: Marya'dan doğdu. Eşleri: Sırp kökenli Olivera, Devlet Hatun, Bulgar Olga, Maria, Angelina ve Anita. 5- Çelebi Mehmed: Olga'dan doğdu. Eşleri: Sofia, Anna, Veronica. 6- İkinci Murad: Veronica'dan doğdu. Eşleri: Nache de la Bazory (Fransız), Mara Despina, Stella. 7- Fatih: Mara Despina'dan doğdu. Eşleri: Rum Zaganoz paşanın kızı Kornelya, Anna, Helen, Tamara. 8- İkinci Beyazıd: Kornelya'dan doğdu. Eşleri: Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova. 9- Yavuz Sultan Selim: Annesi (Beti, Anita, Suzi, Liliana, Katherin, Nina, Martha ve Danilova... tartışmalı). Eşleri: Polonyalı Helga (Havza Sultan), Sırp Aleksandra (Ayşe Sultan). 10- Kanuni Sultan Süleyman: Polonya'lı Helga'dan doğdu. Eşleri: Bir Rus papazının kızı Roksalan (Hürrem Sultan), Sicilya'lı Rozaline (Gülfem Hatun). 11- İkinci Selim (Sarı Selim): Roksalan'dan doğdu. Yahudi Rasel (Nurbanu Sultan). Sarı Selim, kızı Esmahan'ı Hırvat kökenli Sokullu Mehmet Paşa ile evlendirdi. 12- Üçüncü Murat: Raşel'den doğdu. 130 cariyesinden 112 çocuğu oldu. Eşleri: Venedik'li Sofia Baffo (Safiye Sultan), Polonyalı Mona (Mihriban Sultan), Macar Ninuska (Nazperver Sultan), Rus Olga (Şahhüban Sultan), Romanyalı Meri (Fahriye Sultan). 13- Üçüncü Mehmet: Sofia Baffo'dan doğdu. Eşi: Yunanlı Helen (Handan Sultan), İspanyol Sinderella Violetta (Mahpeyker Sultan). 14- Birinci Ahmet: Helen'den doğdu. Eşleri: Rum Evdoksia (Mahfiruz Sultan), bir Rum Papazının kızı Anastasia (Mahpeyker Köşem Sultan). 15- Birinci Mustafa (Deli Mustafa): Üçüncü Mehmed'in eşi Sinderella Violetta'dan doğdu. 16- İkinci Osman (Genç Osman): Evdoksia'dan doğdu. 17- Tekrar Deli Mustafa (15. numarada konu edildi). 18- Dördüncü Murad: Anastasya'dan doğdu. Eşleri: Keti, Anna (Atifet Sultan), Helena (Cihannüma Sultan). 19- Birinci İbrahim (Deli İbrahim): Dördüncü Murad'in kardeşi. 20- Dördüncü Mehmet (Avcı Mehmet): Nadya'dan doğdu. Eşleri: Rum Evemia (Emetullah Gülnüs Sultan), Korsika'lı Bella (Afife Sultan), Romanyalı Cesika (Güner Sultan), Ermeni Flora (Gülbeyaz Sultan), Rum Helen (Hatice Sultan). 21- İkinci Süleyman: Katrin'den doğdu: Eşleri: Yok. Cariyeler: çok. 22- İkinci Ahmet: Lehistanli Yahudi Eva. Eşleri: Giritli Rum Yeremiye (Rebia Sultan), Mora'li Diana (Sayeste Sultan). 23- İkinci Mustafa: Evemia'dan doğdu. Eşleri: Rus Vera (Mahfiruze Sultan), Sırp Mari (Hafize Sultan), Giritli Rum Aleksandra (Saliha Sultan). 24- Üçüncü Ahmet: Rum Emevia'dan doğdu. 25- Birinci Mahmut: Aleksandra'dan doğdu. Eşleri: Fransız Julienne (Hatem), Sicilyalı Lili (Raziya), Macar Maggi (Tiryal), Rus Olga (Verdinaz). 26- Üçüncü Osman: Mari (Şehsuvar Sultan)'dan doğma. Eşleri: Sırp Olga (Ferhunde), Sicilyalı Olivya (Zerki). Cariyeler: Yok! 27- Üçüncü Mustafa: Gürcü Janet (Mihrisah Sultan)'dan doğdu. 28- Birinci Abdülhamid: İda (Rabia Sultan)'dan doğma). 29- Üçüncü Selim: Gürcü Janet (Mihrisah), Eşleri: Patricia (Afitab), Linda (Nefizar), Berti (Pakize), Alis (Tabisefa), Lisa (Hüsnümah), Rosa (Nurisems), Anna (Rafet), Magdalena (Ziybifer). 30- Dördüncü Mustafa: Bulgar Sonya (Seniyeperver Sultan)'dan doğma. Eşleri: Flora (Dilpezir), Adela (Seyyare), Sofi (Peykidil, Gloria (Sevkidil). 31- İkinci Mahmut: Fransız Aimee (Naksidil)'den doğma. 32- Birinci Abdülmecid: Rus Suzi (Bezmialem Sultan)'dan doğdu. Eşleri: Safiraz Ermeni, Bezmara (Bezmican) kökeni bilinmiyor, Fransız Vilma (Şevkefza), Ermeni Verjin (Tirimüjgan – İkinci Abdülhamid'in annesi), Rum Karoli. 33- Abdülaziz: Hamam natırı Çingene Besime'den doğma. Eşleri: Camelya (Dürrünev), Asporce (Gevher), Anna (Edadil), Adela (Hayranidil) ve Alis (Nesrin). 34- Beşinci Murat: Fransız Vilma (Şevkevza Sultan)'dan doğma. Eşleri: Carmen (Cananiyar), Marone (Elaru), Elfi (Filiztan), Clarissa (Gevheri), Henna (Reşan) v.b. 35- İkinci Abdülhamid: Ermeni Verjin (Tirimüjgan Sultan)'dan doğma. 36- Mehmet Reşat: Rum Sofi (Gülcemal Sultan)'dan doğma. 37- Vahdeddin (Beşinci Mehmet): Abdülmecid'in karısı Henriet (Gülüstü Sultan)'dan doğma. Eşleri: Emine Nasik Eda ve saray bahçıvanının kızı Nevzut. Kökeni bilinmiyor; Çerkez olduğu iddiaları var. GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ TEK BİR TÜRK YOKTUR OSMANLININ İÇİNDE. 17. Osmanlı’nın mutfak kültürü Orta Asya’dan çok farklıdır. Osmanlı’da zeytinyağlı yemeklerin neredeyse tamamı Bizans mutfağıdır. 18. Türk musikisi, sanat müziği denilen şey Bizans müziğidir. Kullanılan enstrümanlar hemen hemen aynıdır. Hatta “Musiki” kelimesi bile Yunancadır. 19. Sultan Selim’in 50.000 bin Türkmen’i kestiğini de bilmezsiniz belki. Osmanlı devleti Türkleri teker teker kılıçtan geçirdiği halde nasıl olur da Osmanlı devleti'nin Türk soyundan geldiğini söylerler. 20. İlk 1481 yılından kurulan Galatasaray Lisesi 1868 yılında Abdülaziz tarafından Mekteb-i Sultani adında tekrar açıldı. Eğitim dili Fransızcaydı ve Türkçe yasaktı. Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça vb. öğretilirdi. Kurulduğundan beri Türkmenler hiç bir zaman alınmamıştır bu mektebe.. Gördüğünüz gibi Mektebi Sultanide Rumca, Ermenice, Latince, Fransızca, Almanca, Farsça, Arapça v.b. öğretilirdi ama hiçbir zaman Türkçe öğretilmemiştir ve Türkmen öğrenciler hiçbir zaman bu mektebe alınmamıştır. Bu nasıl Osmanlı ki Türkçe yasak ve Türkmen öğrenciler bu mektebe alınmıyor? Tarihte böyle birşeye rastlanmamıştır. Osmanlı’nın Türk olması mümkün değildir. 21. Osmanlı döneminde bir müslümanlaştırma politikası vardır, ancak Osmanlı devletinin Türkleştirme gibi bir politikası olmamıştır, çünkü Osmanlı zaten Türk değildi. 22. Fatih Sultan Mehmed Han, Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan ile, 11 Ağustos 1473’te, Otlukbeli mevkiinde büyük meydan muharebe yapmıştır. Halbuki bunların ikisinin de Türk olduğu iddia ediliyor. Neden iki Türk savaş yapsın ki? Demek ki Fatih Sultan Mehmet Türk değil. Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve "İşine devam et" demiştir. Sonuç Osmanlı’nın kesinlikle Türk olmadığı bellidir. Osmanlı'nın kendini Türk olarak nitelendirmediği hatta Türk kelimesinin anlamının Osmanlı için bir aşağılama terimi olmasıdır. Prof. Dr. Aslıhan Tolun, “Anadoludaki Türklerin gen yapısı Asya'daki Türkçe konuşan toplumlardan çok, Anadolu’lu çıkıyor. Genetik yapı olarak, Orta Asya'dan çok Yunanistan, Bulgaristan gibi komşularımıza benziyoruz.

Tarihe Kazınmış Belgeler; Kürt Soykırımları

Önceki yazılarımızda değişik zaman ve zeminde yaşayan bir çok halkın karşılaştığı kitlesel soykırımların bir çoğuna özetle değinmeye çalışmıştık. Bu yazımızda ise Ortadoğu'nun en kadim halkı olan Müslüman Kürtler'e ve onun güzel coğrafyası olan Kürdistan'a yönelik olarak tüm dünyanın gözü önünde uygulanan ve hâlâ uygulanmakta olan soykırımlara değineceğiz.
İrili ufaklı bir çok soykırıma dipnotlar düşen tarihi kaynakların, Kürtler'e yönelik sistemli ve kapsamlı soykırımları görmezden gelmesi elbetteki esef vericidir.
Zira Kürtler'in son 200 yıldır yaşadıkları, diyebiliriz ki tarihte hiçbir halkın yaşadıklarıyla kıyaslanamaz. Kürt Halkının bu süreçte yaşadıklarının soykırım tanımına tamamıyla uyduğunu, akıl ve vicdan sahibi hiçbir insan inkar edemez. Resmi tarihi kaynakların görmezden geldiği ve kaydetmediği 'Kürtler'e yönelik bu soykırımların' belli başlı olanları şunlardır:

Rusya ve Ermeniler (Kürt Soykırımı; 1917):

1915-1917 yıllarında Osmanlılar tarafından soykırımdan geçirilen Ermeniler, intikam almak için bu soykırımdan Kürtler'i de sorumlu tutarlar. 1917 yılında Rus orduları Kürdistan sınırını geçip, yaklaşık 128 bin Kürd'ü katletmiştir. 1. Dünya Savaşı öncesinde de Ermeniler, Büyük Ermenistan Devleti hayalleri uğruna birçok Kürt şehrine saldırarak kadın, çocuk, yaşlı demeden binlerce Kürd'ü katliamdan geçirmişlerdir. İşin esef verici yanı, Ermeni soykırımını bu kadar dillendirenler, Kürtlere yapılan bu saldırıları hiçbir şekilde ifade etmemiş olmalarıdır.

Osmanlı Devleti, (Kürt Soykırımı; 1914-1918):

Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı'nda, "Ermeniler geliyor" söylemiyle Kürtler'i iskan değişikliğine zorlamış ve bu politikanın sonucunda 700 bin Kürt, yollarda; açlıktan, soğuktan ve salgın hastalıklardan dolayı hayatını kaybetmiştir. Bunun yanında Kafkas (Sarıkamış) Cephesi'ne -ölüme- gönderilen ve çoğunluğu Kürtler'den oluşan ordu, açlığa ve soğuğa teslim olmuş, bu cephede 90 bin insan kirli bir politikanın ürünü olarak canından olmuştur. "İçerde bir Kürt tehdidi, dışardan gelebilecek bir Rus tehdidinden daha tehlikelidir" diyen Enver Paşa, bununla Kürtler'den kurtulmayı amaçlamıştır. Bunun yanında Yemen'e gönderilen Kürtler'den ise hiç bir haber alınamamıştır. Denilebilir ki, Osmanlı'nın 1. Dünya Savaşı'na girme nedenlerinden biri de tehlike olarak gördüğü Kürt potansiyelini bitirmekti. Bu yüzden olacak ki, kimi Türk subayları savaş içinde şu sloganı dile getirmişlerdir: "Gelişte Zo'ları temizledik, dönüşte de Lo'ların icabına bakacağız!.." "Zo"larla kastedilen Ermeniler, "Lo"larla kastedilen ise Kürtler'dir. Kürtler, I.Dünya Savaşı'nda 1,5 milyon kayıp vermişlerdir.

Türkiye; 1920-1938:

Anadolu'yu ve Kürdistan'ı Türkleştirme ve bu nedenle Türk olmayan halkları yok etme düşüncesinin zeminini ilk kez İttihat ve Terakki hazırladı. İttihat ve Terakki'den beslenen Kemalistler ise, Cumhuriyet'i bu ideolojik temel üzerine kurmuşlardı. Ermeni Tehciri'nden sonra sıranın Kürtler'e geldiği belliydi. 1920 Koçgiri Ayaklanması'nda Kürtler'e reva görülenler, bunu doğrulamıştı. Koçgiri Ayaklanması'nı bastırmakla görevlendirilen Merkez Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa'nın; "Türkiye'de Zo (Ermeniler) diyenleri temizledik. Lo (Kürtler) diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim" sözleri Kemalistlerin Kürtlere yönelik politikasını özetliyordu. Nurettin Paşa komutasındaki Türk ordu birlikleri ve Topal Osman çetesi, tüm güçleriyle Koçgiri'de soykırıma giriştiler. Kürt çocuklarını ateşe atarak yakmak, köy yakmak ve evleri talan etmek, dar ağacı kurmak ve göçe zorlamak gibi kural dışı uygulamaları devreye sokan ordu birlikleri, tüm hünerlerini göstererek vahşette adeta birbirleriyle yarışmışlar ve arkalarında, küçük bebeklerin de içlerinde bulunduğu binlerce masum insan cesedi bırakmışlardı. Cumhuriyetin kuruluş arefesinde yaşanan bu vahşet, Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber Kürtler'e yönelik 80 yıldır uygulanacak olan jenositlerin ve soykırımların da adeta habercisi niteliğindeydi.
1925'ten itibaren Kürdistan'ın her tarafında katliamlar, zulümler, soykırımlar, bitmeyen tehcir yasaları ve sıkıyönetim vardı. 1925-38 yıllarında Kürdistan'da yaklaşık 800 bin ile 1 milyon insanın katledildiği ve bir milyon civarındaki Kürd'ün ise isyanlar bahanesiyle ülkesinden, Türkiye'nin batı illerine sürgün edildiği, kaynaklarda belirtilmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürtler, imha politikalarının yanında büyük çaplı bir asimilasyona tabi tutularak "Türkleştirilmeye" çalışılmıştır. Kürtler ise bu politikalara kıyamlarıyla cevap verdiler. 1925 Şeyh Said Kıyamı, 1927-1929 ve 1930 Ağrı Ayaklanması ve 1937 Dersim Direnişi ile bu kanlı politikalara karşı koyuş gerçekleşmiştir. Cumhuriyet döneminde kanla bastırılan en önemli Kürt ayaklanması olan 1925 Şeyh Said Kıyamı, bu kirli politikalara gösterilen ilk tepkidir. Bu kıyam bastırılınca, Şeyh Said ve 46 Müslüman Kürt önderi idam edilir. Ama katliam bununla sınırlı kalmaz. Ve esas olarak halka yönelik zulmün kitlesel boyutları köylerde, dağ başlarında, yol boylarında, dere kenarlarında katledilen on binlerce insana ulaşır. Binlerce kişi ele geçirildikleri yerde "Anında ve yerinde infazlarla" katledilirler. Canlı tanıkların anlattıklarına göre, Bingöl`ün köylerinden Türklere teslim olan bütün köylüler, Bingöl`e doğru götürülürken yolda süngülenerek öldürüldüler. Şeyh Said'in torunu Muhammed Kasım Fırat, Şeyh Said kıyamında 80 bin insanın katledildiğini bildirmektedir. Ayrıca Kasım Fırat, eski ismi Darahini olan Genç İlçesi'nde Zıkti Aşireti'nin toplu mezarlarının da halen bulunduğunu belirtmektedir. Yaşayan canlı şahitler ise, Şeyh Said Kıyamı'nda evlere toplatılarak diri diri yakılan çocuk ve kadınlardan, dinamitlerle parçalanan suçsuz insanlardan, ağaçların arasında gizlenmeye çalışırken, üzerlerine benzin dökülerek, ateşe verilen insanlardan söz etmektedirler. Bütün bunların yanında, ayrıca binlerce Kürt, İstiklal Mahkemeleri'nin kararlarıyla asılır.
1927-1930 yıllarında Ağrı Ayaklanması gerçekleşir. İran'ın da desteğiyle Ağrı Ayaklanması kanla bastırılır. Ağrı Ayaklanması'nın kanla bastırıldığı günlerde aynı zamanda Van'ın Erciş İlçesi'nin Zilan Deresi'nde büyük bir imha harekatı başlatılmıştır. Ağrı Dağı Başkaldırısı'ndan sonra Zilan Vadisi'ne sığınan Kürtlere, Kolordu Kumandanı Salih Paşa tarafından yürütülen askeri harekatla tam bir soykırım uygulanmıştır. Türk uçakları tarafından Zilan Bölgesi bombalanmış, dağlar ve dereler ateş altına alınmıştır. Bölgenin giriş ve çıkışları tutulmuş, on binlerce asker tarafından kuşatılmış ve katliam başlamıştır. Katliam boyunca yer-gök insan feryatlarıyla dolmuştur. Yeni doğmuş bebekten, 90'lık ihtiyara kadar her yaş ve cinsiyetten insan; mitralyöze tutularak, süngülenerek, buğday başağı biçilircesine yok edilir. Devletin yarı resmi gazetesi durumunda olan Cumhuriyet Gazetesi, 16 Temmuz 1930 tarihindeki sayısında Zilan Vadisi'ndeki toplu katliamı şöyle veriyordu:
"Ağrı eteklerinde eşkıyaya katılan köyler yakılarak, ahalisi Erciş'e sevk ve orda iskan olunmuştur. Zilan Harekatı'nda imha edilen eşkıya miktarı, 15 binden fazladır. Yalnız, bir müfreze önünde düşüp ölenler 1000 kişi tahmin ediliyor. Zilan Deresi'ne sıvışan 5 şaki teslim olmuştur. Buradaki harp, pek müthiş bir tarzda cereyan etmiştir. Zilan Deresi, lebalep (tamamen) cesetlerle dolmuştur." (Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları -Tedip ve Tenkil)
Ağrı ve Zilan Katliamları'ndan sonra onları izleyen Dersim Katliamı'nda da dereler oluk oluk kan akar. Sadece Munzur Çay'ında 50 bin insanın öldürüldüğü kayda geçmiştir. Bunun yanında Dersim Katliamı'nda resmi kaynaklara göre 70 binden fazla insan öldürülmüştür. Öyle ki bu rakamın 300 bin olduğu da söyleniyor. Zaten Celal Bayar'ın 29 Haziran 1938'de Millet Meclisi'nde "Dersim sorunu genel bir temizlik harekatıyla ortadan kaldırılmıştır" sözleri, yapılan soykırımın boyutunu yeterince açıklıyor.

Tüm bu yaşananların yanında bu son yirmi yıllık kirli savaş sürecinde faili meçhule(!) giden binlerce Kürt insanının, askeri cezaevlerinin işkence tezgahından geçen yüz binlerce insanın, yakılan ve yıkılan binlerce köy ve kasabanın ve büyük şehirlere göç ettirilen milyonlarca insanın tüm dünyanın gözü önünde yaşadığı zulümler de yine soykırımdan başka bir şeyle açıklanamaz.

İran, (Doğu Kürdistan, 1979-1989);

1979 İran Devrimi'nden sonra, "Biz devrimi Kürtlerle yaptık" diyebilecek kadar bu konuda Kürtlerin devrimdeki büyük rolünü dile getiren Ayetullah Humeyni, ne yazık ki devrimden kısa bir zaman sonra ise Kürtlerin haklı istemlerine kulak tıkamıştır. Bundan dolayı İran yönetimi, haklarını talep eden Kürtler'le savaştı ve 40 bin Kürt bu süreçte katledildi.

Irak, (Güney Kürdistan ve İran; 1980-1990):

Güney Kürdistan'da, Kürtler'e yönelik soykırım 1961 yılında başlamış 1964'e kadar devam etmiş ve 3 bin Kürt öldürülmüştür. 1971-1975 yılları arasında ise 10 bin Kürt öldürülmüştür. 1980-1982 yılları arasında da Bağdat'ta aralarında profesörler, üniversite öğretim görevlileri, yazar, şair, sanatçı, aydın demokratların olduğu 13 bin Feyli Kürt, Saddam Rejimi tarafından kaçırılarak hapsedildi ve kaybedildi. 300 bin kişi öldürülerek toplu mezarlara konuldu. Saddam Rejimi'nin soykırım uygulamalarının simgesi haline gelen Halepçe ise insanlık tarihine kara bir sayfa olarak girmiştir. Saddam Hüseyin yönetimi, 16-18.03.1988 tarihlerinde Güney Kürdistan´ın Halepçe Kenti'nde, Amerika ve Avrupa'daki bazı ülkelerden edindiği kimyasal bombalarla, Kürtler'e soykırım uyguladı. Bunun neticesinde çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 5 bin sivil Kürt, kimyasal silahın yakıcı etkisiyle feci şekilde hemen can verdi. Bebeklerine sarılarak ölen anneler, yol ortasında cesetleri uzanan küçük çocuklar… 6 bin civarında Kürt de sakat kaldı. Yüz binlerce Kürt, Saddam'ın zulmünden kurtulmak için Türkiye ve İran'a sığınmak için yollara düştü ama birçok kişi açlık ve soğuk nedeniyle yolda hayatını kaybetti. Ne yazık ki, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün insanlık ailesi, bu insanlık dramı karşısında sessiz kaldılar. Kürtler, kendi topraklarında bile, mülteci statüsünde kabul edilmediler, etrafı tellerle çevrili yarı açık cezaevlerine konuldular, aç kaldılar, susuz kaldılar, ilaçsız kaldılar ve zehirlenerek tekrar öldürüldüler.
Saddam'ın bu yaptıklarının yanında 1980'li yıllarda İran ve Irak arasında yaşanan kanlı savaşta yüz binlerce kişi öldü. Bu sayı farklı kaynaklara göre 400 bin ila 1 milyon arasında değişiyor. Yaklaşık 20 bin kişinin ölümüne Irak'ın kullandığı hardal gazı yada benzeri sinir gazlarının yol açtığı düşünülüyor.
20. yüzyılın en büyük diktatörlerinden biriolan Saddam'ın, Güney Kürdistan'da işlediği soykırımlar, toplu mezarlar, Kürtlere yönelik soykırım politikaları 1988'de İran Savaşı'ndan sonra daha bir kapsamlı olarak hayata geçti. Saddam Hüseyin ve yönetimindeki Baas Rejimi "Enfal Operasyonu"na başladı. Irak Hava Kuvvetleri'ne ait savaş uçakları, helikopterler, tanklar, buldozerler, askerler, cumhuriyet muhafızları, istihbarat elemanları Kürt kentlerine, kasaba ve köylerine saldırılar yaptı. Bu saldırılarda 5 bin köy kimyasal silahlarla, Napalm bombaları ve ardından buldozerlerle haritalardan silindi. Sadece bu operasyonlar sırasında elli bin kadar Kürt; topluca öldürülür, yaklaşık yüz seksen bin kişi kaybedilir. Onlarca yerleşim yerinde, sivil halka karşı kimyasal gaz kullanılır, binlerce kadın, çocuk ve yaşlı sudan sebeplerle hapsedilir.
Soykırıma girişenler yaptıklarının açığa çıkmayacağını ve unutulacağını sanarak hareket etmişlerdir. Oysa ki, insanlar tarafından unutulan bu suçları, Kainatın Sahibi unutmuyor, açığa çıkarıyor ve soykırıma girişenlerin bir çoğuna soykırıma uğrayanların elleriyle dünyada hak ettikleri cezayı da veriyor.
1990'nın başlarında Gare Dağı'nın zirvesine bir saray inşa ettiren Saddam: "Ben Irak'ta Kürtleri önüme katıp süpüreceğim" diyordu. Fakat bugün Kürtler tarafından yargılanıyor.
Mussolini, halkı tarafından önce yargılandı sonra da öldürülüp kuzular gibi çıplak vaziyette ayaklarından asıldı ve cesedi sokaklarda gezdirilerek aleme ibret oldu.
1945 Nisan ayı sonunda Rus birlikleri, Berlin Kapısı'na dayandığında; Hitler, intihar etmekten başka çaresi kalmadığını anlayınca bir sığınıkta intihar etti.
Lenin, önce felç geçirdi sonra da çıldırarak öldü.
Romanya'nın komünist diktatörü Nikolay Çavuşesku, halkı tarafından idam edildi. 1965-1989 yılları arasında gizli polis terörüyle yönettiği Romen Halkı'nı canından bezdiren Çavuşesku, eşi Elena Petresku ile birlikte kaçmaya çalışırken yakalandı ve idam edildi.
Sırp Kasabı Miloseviç ise önce paronayaklaştı ve bu hal üzere bir süre daha yaşadıktan sonra o da benzerleri gibi feci bir şekilde öldü.
Koçgiri'nin celladı Topal Osman, onu nice kirli işlerinde kullanan Kemalistler tarafından 'çok şey bildiği ve bu yüzden zararlı olabileceği!' gerekçesiyle önce öldürüldü sonra da cesedi meclis kapısına asıldı.
Ve daha niceleri bu ve buna benzer şekilde dünyada kısmi olarak hak ettikleri cezayla karşılaşmışlardır, kurtulanlar ise daha feci bir şekilde yargılanmak ve cezalandırılmak suretiyle ahirete sevk edilmişlerdir. Bu kural, böyle işlemeye devam ediyor. Gerek Kürdistan halkına ve gerekse diğer mazlum halklara zulmü ve katliamları reva görüp onlara bu dünyada insanca bir yaşamı çok gören bütün diktatörler, yaptıklarının hesabını hem bu dünyada ve hem de ahirette vereceklerdir. Hz.Ali'nin dediği gibi "Mazlumun intikamı, zalimin zulmünden daha çetin olacaktır."

Kaynaklar:
Bülent Çetiner-Soykırımlar Sözlüğünde Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti ve Kürtler, M. Emin Zeki-Kürdistan Tarihi, Ali Çimen 22.12.2003 tarihli yazısı, Ahmet Varol-İslam Dünyası, Ali Haydar Koç- 19. yüzyıldan 21. yüzyıla devredilen Kürt Meselesi, Milliyet'in 13 Mayıs 2005 tarihli sayısından Dr. Erol Kürkçüoğlu ile yapılan söyleşi ve D. T. Makaleler…
www.mizgin.net, www.niviskar.com, www.xoybun.com, www.radikal.com.tr http://www.rojhilat.net