"Ben bir Kürdüm. Türk soyadını biz seçmedik. Nüfus memuru öyle uygun görmüş... 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi'ne girdim. Her gün Tanrı'ya 'Canımı al da, beni bu işkenceden kurtar' diye yalvarıyordum. Ölüm bile elimize geçmiyordu. Beni 200 askerin arasına çırılçıplak getirip copla dövdüler. Tuvaletlerde pislik yediriyorlar, 24 saat işkence yapıyorlardı. Dayaktan her yerimiz simsiyahtı. Bir gün adam copunu kaldırmış, 'Atatürk'ün annesinin adı ne?' diye sordu. Bildiğim halde söylemedim. Aklım copa takılmıştı. Gece baskın yapılıyor, dayakla marş okutuluyordu. Korkudan 56 tane marş ezberledim. Birçok insan cezaevinde gözümüzün önünde öldürüldü. Yüzbaşı, doktora bağırarak 'Rapora ranzadan düştü diye yaz' diyordu. Bir asteğmen, gözlerimle gördüm, 'İnsanlığımdan utanıyorum' diye ağlıyordu."
Hasan Cemal-Milliyet
‘Yalvarıyordum ama ölüm bile elime geçmiyordu!’
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un gazeteci milletiyle yaptığı brifinglerin haberlerini dinlerken, okurken bir an Ahmet Türk'ü anımsadım.
Niye mi, anlatayım.
Orgeneral Başbuğ'un bazı nüanslara dikkat etmekle birlikte 'Kürt sorunu'nun adını koymaktan ya da sorunun özüne parmak basmaktan kaçındığını düşünüyorum.
İki noktaya indirgiyor sorunu:
Yoksulluk ve işsizlikle mücadele.
Terör ve şiddetle mücadele.
Devletin malum resmi tezi...
Başbakan Erdoğan da bu resmi teze yanaştı gibi. Diyarbakır'da, 2005 yılının Ağustos ayında söylediklerini unuttu galiba. O tarihte "Kürt sorunu bizim de sorunumuz" demişti. Hatta, "Devlet olarak geçmişte bizim de hatalarımız oldu" diyerek bir heyecan dalgası yaratmıştı.
Ama gerisi gelmedi.
Brifinglerinde Orgeneral Başbuğ, geçmişte komutanlardan çok dinlediğimiz 'Terörle mücadele', 'terörizmle mücadele' gibi bazı ince ayrımlar yaptı, fakat sorunun dibine inmedi.
Kürt sorunu demedi.
Geçmişteki "Kürt yoktur, Türk vardır!" politikasının yol açtığı yaralardan söz etmedi.
Kürt dilinin nasıl inkâr edildiğini hiç hatırlamadı.
'Ulus-devlet'i klişe olarak yineledi. Oysa kültürel farklılıklar tanınarak, ulus-devletlerin de zaman içinde, örneğin Fransa'daki gibi nasıl demokratik nitelik kazanabileceklerini ya bilmiyordu, ya yok saydı Orgeneral Başbuğ.
Bilinen şeyler...
Ama bütün bu bilinenleri yok sayarak, 1980'lerden beri yaşanan 'PKK olgusu'nu, Türkiye'yi maddi ve manevi açılardan çok kanatan terör ve şiddeti yerli yerine oturtmak, demokratik ve barışçı çözüm yollarında yürümek olanaksızdır.
Ahmet Türk'ü bunun için anımsadım.
12 Eylül'de, Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde yaşadıklarını anlatıyordu bu yakınlarda. Ben de o acı günleri bir zamanlar Ahmet Türk ailesinin Mardin-Derik arasındaki Kasri Kanco'sunda bir gece vakti kendi ağzından dinlemiştim:
"Ben bir Kürdüm. Türk soyadını biz seçmedik. Nüfus memuru öyle uygun görmüş... 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi'ne girdim. Her gün Tanrı'ya 'Canımı al da, beni bu işkenceden kurtar' diye yalvarıyordum. Ölüm bile elimize geçmiyordu. Beni 200 askerin arasına çırılçıplak getirip copla dövdüler. Tuvaletlerde pislik yediriyorlar, 24 saat işkence yapıyorlardı. Dayaktan her yerimiz simsiyahtı. Bir gün adam copunu kaldırmış, 'Atatürk'ün annesinin adı ne?' diye sordu. Bildiğim halde söylemedim. Aklım copa takılmıştı. Gece baskın yapılıyor, dayakla marş okutuluyordu. Korkudan 56 tane marş ezberledim. Birçok insan cezaevinde gözümüzün önünde öldürüldü. Yüzbaşı, doktora bağırarak 'Rapora ranzadan düştü diye yaz' diyordu. Bir asteğmen, gözlerimle gördüm, 'İnsanlığımdan utanıyorum' diye ağlıyordu." (Mehmet Gündem'in röportajı, Yeni Şafak, 25.08.08)
İnce eleyip sık dokumak gereksiz.
Kürt sorununu biraz hissetmek ve anlayabilmek için biraz insanlık, biraz cesaret yeterli olabilir. Yaşananları az da olsa öğrenmek bile, bizim devletin ezberlerini bozmak için isteyene bir sürü ipucu verebilir.
Ahmet Türk şimdi kısa adı DTP olan Demokratik Toplum Partisi'nin Genel Başkanı.
Ve partisi topun ağzında.
Davası Anayasa Mahkemesi'nin gündeminde, kapatılabilir. Ahmet Türk geçen gün yaptığı sözlü savunmasında şöyle diyordu:
"DTP demokratik siyaset yapmakta, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü için çalışmaktadır. DTP'nin PKK ile herhangi bir örgütsel bağlantısı ve ilişkisi yoktur. DTP, Kürt sorununun demokratik çözümüne dönük siyaset yapan bir partidir. Kapatma davası, DPT'nin bu çabalarına yönelik bir tasfiye politikasıdır. Bu aynı zamanda Kürtlerin demokratik siyaset yapma zeminini ortadan kaldırma, Kürt sorununun diyalogla, demokratik yollarla çözümünü istemeyen güçler, Kürtlerin dil ve kültürel vb. demokratik haklarının tanınmasını engellemek için kapatma davasını devreye koymuştur. DTP'nin kapatılmasını isteyen anlayış, demokrasi ve hukuk dışı bir anlayıştır."
Ben de katılıyorum.
DTP kapatılmasın.
Ve Başbakan Erdoğan medyayla, gazeteci milletiyle uğraşmayı bırakıp, Türkiye'de partiler düzenini demokratikleştirmenin adımlarını bir an önce atmaya baksın.
İyi pazarlar!