Veysel Çamlıbel-Osmanlıda darbe, darbecilik, başlı başına bir konu. Yakın tarih, cumhuriyet dönemi bakımından da, darbecilik malum olduğu üzere yeni bir olay değil. Kökleri İttihat Terakkiye dayanır. Darbecilik nereden bakarsak, bir ince sanattır, uzmanlık işidir. İttihat Terakki geçen yy. başlarındaki performansı ile ortalığı bulandırmanın, kargaşadan yararlanmanın, duruma el koymanın, kısacası darbecilik sanatının piri sayılır. Teşkilatı Mahsusa deneyiminden geçen İttihatçı darbe kültürü bir önemli miras olarak kalır cumhuriyete.
Gerilerde olup biteni bırakıp son 60 yıla dönersek bu günü geçmişte yakalamak mümkün..1950 başlarından itibaren çoğulculuktan yoksun çok particilik ortamında, sandıktan çıkan iradeye karşı sivil - askeri bürokrasi cenahından darbe eğilim ve girişimlerinin hep var olduğu görülür. Oluşan bu darbe nüvelerinin, devletle birlikte doğup büyümüş parti ve onun bilinen geleneksel komitacılık zihniyeti ile sarmaş dolaş, şaşılası bir uyum içinde olduğu gözlerden saklı tutulur gibi değildir...
1950 seçimlerinden bu yana asker, siyasal yaşamın içinde açık yada örtülü şekillerde önemli roller aldı, yönlendirmeler üstlendi. Üç önemli açık darbe ile ve on yılı aşkın bir süredir kimi müdahale ve yönlendirmelerle siyasal yaşamın dizginlerini hep elinde tuttu. İlk olarak 1961 darbesiyle birlikte sandığın hükmünü / iradesini sınırlamak adına siyasal yaşam üzerinde askeri vesayet oluşturuldu, askeri darbe girişimleri nerdeyse yasal gerekçelere, haklılıklara kavuşturuldu. O tarihlerden bu yana bizim kuşak askeri darbelerin, siyasal – toplumsal yaşam üzerinde askeri etki ve yönlendirmelerin canlı tanıklığını yaptı.
Türkiye’ de toplumun bütünü üzerindeki vesayet rejimi ile Kürt sorunu arasında dolaysız bir ilişkinin olduğu saklanamaz...27 yıl sürmüş tek parti rejiminde, kesintisiz süren Kürt isyanları sonucunda bu dolaysız ilişki gittikçe kalıcı hale getirildi. Bilindiği gibi 27 yıllık tek parti rejiminin Kürt sorunu algılaması dünyada, Avrupa’ da faşizan yükselişle eş zamanlı, eş mantıklıydı. Her çözüm devlet ve onun bekası içindi, kaba zora dayanıyordu. Var olan milyonları yok saymak, zorbalıkla icabına bakmak, sürmek / süründürmek, asimilasyonu yoğunlaştırmak tek çıkış yoluydu. Pozitivizm şaha kalkmıştı, tek tip toplum, tek tip insan yaratmak ilericilik, buna karşı durmak gericilikti. Söz konusu algılamaya göre; bütün kötülüklerin Kürt feodal ve egemenlerinden kaynaklı olduğu, onlar sürülür, batıya iskan edilir oraya buraya dağıtılırsa halkın başsız kalacağı ve var olan otoriteye buyun eğeceği şeklindeydi.
İsyancı ailelerin, Kürt aristrokrasisinin kıyam ve sürgünlerle gözü korkutulmuş, dişleri çekilmiş, işe yaramaz sirk aslanlarına dönmüşlerdi. Kürt dilinin, sözlü kültürünün yaşadığı, yazıya dökülebildiği medreseler kapatılmıştı. Kürt modernleşmesinin, aydınlanmasının önü kesilmişti. Genç Kürt kuşakların anadilleri, sözlü kültürleri, yakın tarihi yaşanmışlıkları ile bağlarının koparılması yolunda bir sıkı rejimin temelleri atılmıştı. 1950 sonrası, çoğulculuk içermeyen, çok particilik adı altında Kürt isyancı aile ve çevrelerine de mecliste millet vekili olma yolları da açılmıştı. Bu durumu bir anlamda itibar iadesi gibi de algılayabilenler bile vardı. Akıllı rejim için onları daha da ehlileştirmenin , yeniden kazanabilmenin yolu açılıyordu.
Kendi dil, kültürlerine ve tarihlerine, özetle köklerine yabancılaşarak eğitim görmek, kendini inkardan gelerek, ondan ötesi kendilerinden utanarak okumak, ‘’ adam olmak ‘’ gibi zorunlu bir yola giren Kürt genç kuşaklar, zorlu bir süreç yaşamakta olduklarını ve ciddi bir değişim tercihi karşısında olduklarını yaşayarak fark edeceklerdi. Umutları bastırılmak, alt kimlik olmak, ikinci sınıf insan ve vatandaş olmak mümkün müydü ? Faşizmin yenildiği dünyada demokratik değerler yükselirken, özgürlük, eşitlik vazgeçilir bir değer olabilir miydi ? Peki ama özgürlük, eşitlik, hak hukuk nasıl kazanılacaktı, topluma kimler, hangi toplumsal kesimler kılavuzluk yapabilirdi, yapabilecekti ? Kürt aristokrasisi ezilmiş, gücünü kaybetmiş, kabuğuna çekilmişti. Kendisini, pazarını düşünen bir Kürt burjuvazisi de yoktu. Toplumun doğal iç dinamikleri parçalanmış, yaşam güçsüz ve iddiasız bırakılmıştı. Halkın kendisine güveni de der demez yetersizdi.
Devletle özdeş CHP mi, ondan doğma, farklılığı güven vermeyen DP mi ? Dayatılan tercih, ortaya konulan tezgah buydu.. Kavga ilericilik – gericilik üzerine bina edilmişti. Yerel çekişmelerini de içinde taşıyan Kürt sosyal dokusu, çatışan yerel husumetler, bu iki partiyle nasıl bir zeminde buluşabilecekti...Kürt köylülüğü zorunlu ihtiyaçları için şehre inebilmek, orada itilip kakılmamak arzu ve ümidiyle DP ‘ yi kendisine yakın görmekteydi. Sürgünden dönmüş aileler, jandarma ve tahsildar baskısından imanı gevremiş aşiret köylüsü ile birlikte DP’ ye kapağı atmıştı. Bu onlar bakımından mecburi ve doğal bir istikametti. Kasaba esnaf ve eşrafı ise; asker – sivil bürokrasiyle az çok alışverişleri oluyor, yerine göre yanı başındaki askeri birliğin ihale ihtiyacını karşılıyor diye CHP’ ye yatkınlardı. Diğer yandan bajari takımı ( şehirli ) resmi dili az çok sökebildiklerinden ve kendilerini köylüden farklı gördüklerinden, görmek istediklerinden der demez CHP’ ye kapılanmışlardı.
Kimi geleneksel Kürt aydınlara bakılırsa Kürt geleneksel isyancılığının hala mücadele enerjisi mevcuttu. Bunların bir bölümü muhafazakarlıktan öte, ümmet kimliğini önde tutan insanlardı. Bu iddiadaki bir çoklarının siyasal eğilimi ise açıkça CHP karşıtlığıydı. Yeni kuşak okuyan Kürt gençlerinin isteği ise gelecekti, değişimdi, bu çerçevede önemli yeni düşünceler, arayışlar, iddialardı. Büyük Berzani’ nin Sovyetlerden Irak’a dönüşü, Kürt aydın ve gençleri açısından bir ilgi merkeziydi. Batı illerinde iyi bir esindi vardı. 1961 anayasasının imkanlarıyla üniversiteler hareketliydi, sendikacılık, işçi ve emekçiler topluluklar, kimi yerde köylüler bir hareketlilik içindeydi. Metrepollerde okuyan Kürt gençlerinin değişimle, gelecek umuduyla sol kavramı ile buluşması, etkileşmesi bir kaçınılmaz durumdu. Bu iletişim zor olmayacaktı.
Soldan öteye esas sosyalizm kavramı çekiciydi. Kitaplar, dergiler, yayınlar yoluyla vitrinlere çıkmaya başlamıştı. Sosyalizm, özgürlük - eşitlik arayan tüm ezilenlerin, sömürülenlerin umuduydu. Kürtlerin sorunları her hangi bir sorun gibi değildi elbette. Ama bu ateşten gömlek olan sorunu sosyalizm tabu olmaktan çıkarabilir miydi, ondan da öteye sosyalizm elini ateşin içine sokabilir miydi ? Sınırlı sayıda da olsa Kürt aydın ve gençleri bir ucundan TİP olayı ile tanışmada gecikmedi...Halkların gönüllü tanışması, etkileşmesi önemliydi, yepyeni bir olaydı, gönüllü bir birliğe doğru önemli bir adımdı. Ardından oluşan DDKO ihtiyaçlardan doğan bir ilkti, yolları Dev Genç’ ten ayrılan Kürt gençliğinin örgütlenmesiydi. Kimi aydın ve gençlik kesimlerinin soldan farklı bir kulvarda milliyetçi örgütlenme ihtiyacına yönelmeleri de eş zamanlı bu süreçte gerçekleşiyordu.
Şu tespiti yapmak gerek. Halka rağmen muasır medeniyet seviyesine çıkma iddiasının temsilcisi CHP, 1960’ a gelirken, Türkiye’ yi askeri darbeye sürükleyen başlıca siyasal aktör, darbenin açık tahrikçisi, teşvikçisi olmuştu. Medeniyetçilik, ilericilik iddiasından sonra sol kavramı, Kemalizm’ in sol yorumu CHP’ nin de artık kendisine yakın gördüğü bir siyasal eğilim haline gelmişti, gelmekteydi. Sol halkçı filan gözükse de netice olarak devletçiydi, öyle de olacaktı. İsmet Paşa 1965 seçimleri öncesinde kendi iradesi dışında gelişebilecek solu sınırlamak, asker içine nüfus etme istidadı da gösteren solu kontrol altında tutmayı, kendisine bağlamayı keşif etmişti. Orta solcuyum demede, solu sınırlamayı öngören hamlesinde gecikmedi.
Sol, sosyalizm adına MDD almış başını yürümüştü. Ulusalcılık, yabancı düşmanlığı dozu oldukça yoğun anti emperyalistlik yükselişteydi.Önemli ideologları, yayın organları, askeriyede, bürokraside ilgi bulan, genişleyen taraftarları vardı. Ulusalcı / milli solculuğu özlü bir şekilde ifade eden MDD ideologları, değişim ve devrim için sözde öncü güç arar görünüyorlardı. İddialı sınıf tahlilleri ihmal etmeyen usta kişilerdi bunlar ( ! ) Halbuki; kararını çoktan belirlemişlerdi, öncü belliydi. Ordu oldum olası ulusalcıydı / milliciydi ve öncüydü. Öncülük asker sivil bürokrasiden, silahlı güçlerden çıkacaktı. İşçiler, emekçiler, gençler onları destekleyecekti. Kürtlerin doğal olarak böylesi sol anlayışlara, bu duaya amin demesi mümkün gözükmüyordu. MDD’ nin karşısında TİP, gittikçe daralan, yalnızlaşan, güç yitirir durumdaydı. Onlara bakılırsa işçi sınıfı ve emekçiler devrime öncülük yapacak, yapabilecekti. Kürtler açısından MDD, açık, gizli cuntacılıktı demekti, bir felaket habercisiydi. Sosyalizm ise Kaf Dağı’ nın ardındaki bir umut da olsa, güvenilirdi, tercih nedeniydi. Moskova merkezli sosyalist sistem, dünyadaki enternasyonal güçler, her ülkedeki devrimci mücadelelerin, halkların özgürleşmesinin teminatıydı.
Durum özetle böyleydi...Bu hesaba göre Kürtler de mazlum bir halk olarak, bu büyük mücadelenin bir demokratik birleşeni olmayı sürdürmeliydi. Kürtler solda ulusalcılığı aşan / aşabilecek adil, enternasyonal bir kardeşliği, dayanışmayı boşuna bekler oldular. Sol, Türk ulusalcı gençlik dalgası, sosyalizme umut bağlayan kadroların, düşünce ve eylemliliklerini gölgesinde tuttu. Kürtler birlikte örgütlenmenin çıkmaz bir sokağa gelip dayandığını, bu yumurtadan civciv çıkamayacağını yaşayıp gördüler. Yollar 1970’ lere gelirken ayrılmaya yüz tutmuştu. Ama nasıl ? Kürtler, kendileri de ikinci bir nüsha olan Türk sol kültürün nüshasının nüshası düzeyini aşama konusunda birikimden uzaklardı. Büyük ölçülerde ideolojik / siyasal / örgütsel kopyacılıklarını, halktan kopuk elitist duruşlarını, pratikteki yetersizliklerini, çarpıklıklarını üstlerinden atamadan yine sol / sosyalizm etiketli, ayrı siyasal örgütlenmelere yöneldiler.
Gelelim yakın döneme…Türkiye’ de 1984’ ten beri bir şiddet, savaş ortamı yaşanıyor. Şiddet bir başına bir çok büyük haksızlıkların / hukuksuzlukların kaynağıdır. Bu gün adına terör denilip geçilen, milyonların hakkını hukukunu gözden saklıyorum sanan zihniyet gerçekte kime hizmet ediyor ? Şiddeti yaratan şiddetin temelleri 12 Eylül askeri darbesiyle, Diyarbakır eksenli Kürt coğrafyasında, Diyarbakır zindanında atıldı. PKK’ yi esaslı şekilde biçimlendirip yaratan oradaki zülüm ve yıldırma yöntemleri oldu. Oradaki / oradan sürüp gelen hukuksuzluk ve ağır sonuçları bu gün bile her yaşamın her alanında sürdürülüyor.
1980 askeri darbesi, ABD’ li akıl hocalarının afferinini almış, kutuplu dünya koşularına uygun düşen, büyük yıkıntılar yaratan, geriye topluma dar gelen bir anayasa, ağır sorunlar bıraktı.. Darbe gerekçesi her ne kadar önce komünizmi işaret etse de balıca hedefi Kürt sorunu, Kürt halkıydı. Kürtler bu ağır askeri darbenin baş mağdur olma durumunu bu günde koruyorlar. 30 yıla yaklaşan şiddet ortamında, devlet içindeki kuralsızlığın, çeteleşmenin, cuntalaşmanın başlıca hedefi, başlıca mağdurudur Kürtler...Ne kadar insana kıyıldı, göz altında yok edildi, ne katliamlar, cinayetler işlendi...Kim işledi, nasıl işlendi, arkasında hangi terör örgütlenmesi vardı ? İnsanlar doğal ikliminden koparıldı. Koruculuk adı altında feodal – aşiretçi husumet canlandırıldı, her türden yerel kimlikler birbirine düşman hale getirildi. Doğa ana ateşe verildi, yaşanılır çevre yok edildi. Ne ocaklar söndü. Bunu Kürtler kadar dolaysız yaşayan var mı acaba ?
* *
Son yıllarda yoğunlaşan, bir ucundan açığa çıkması önlenemeyen devletin zirvesindeki farklı sesler / çekişmeler, laik / anti laik gerilimi üzerinden yürüyor gibi gözükse de, gerçek hedef gizlenemiyor. Hedef şeriatçılık filan gibi görünse / gösterilse de topun ağzında duran Kürt sorunudur, Kürtlerdir..Yukarıdaki bu iktidar kavgası kürsü, makam, yeniden kuvvet dengeleri şekillendirmek kavgasından başka bir şey değil. Ama her şeyden önce bu durum sonuçları itibariyle tüm toplumu, halkları, onların devlet karşısındaki hukukunu ilgilendiriyor. Neticede örülen çorabın gelip Kürt halkını bulacağını, onlarla birlikte bir çok halk kesiminin, ezilenlerin, ötelenenlerin mağdur olacağını anlaşılır bir durumdur. Susurlukmuş, Şemdinli, Danıştay, Hrant Dink, Trabzon, Malatya olaylarıymış, onca faili örtülmüş cinayetlermiş ve nihayet Ergenekon’ muş, bunlar işin saklanamayan tarafı. Ne sebep ve maksatla olursa olsun açığa çıkmış, çıkarılması olması başlı başına büyük önem taşıyor. Ne ölçülerde önü kesilen, üstü örtülen, sınırlandırılan bir dava olacak, bunu şimdiden söylemek zor. Ama şu kuşku götürmez ki, bu siyasal bir davadır, bunu devlet katındaki kuvvet dengeleri çözecek...
Ergenekon aşağı, Ergenekon yukarı!…Büyük bir dezenformasyon, bilgi çarpıtma mücadelesi. Davanın ne getirip ne götüreceği bu günden belli değil. Demokrasiye hizmet edebileceği iyimserliğini korumak gerek...Bilelim ki; kimi kişilerin böylesi bir davadan hüküm giymesi kirlilikleri örtmeye yetmeyecek. Toplumun bütünüyle kamulaştırılmasını, devletleştirilmesini kafasına koymuş, sözde sivil toplum örgütleri kurmuş, darbe siyasetlerine kafa yormuş, darbe hazırlıklarına lojistik destek vermiş bir takım generaller, medya, iş çevreleri, kapalı alanlarda yeniden keşfedilmiş ‘’ onuncu yıl’’ marşları, darbe hazırlıkları için emekli kimi paşaların öncülüğü ve desteğinde bayraklı cumhuriyet mitingleri...Bütün bunlar ne için, hangi iç düşmana karşı ? Gerekçe oldukça yapay. Laiklik, cumhuriyet tehlikedeymiş…Şeriat sinsice cumhuriyeti, devleti ele geçiriyormuş, laiklik elden gidiyormuş, ‘’ mesele vatan – millet olunca gerisi teferruatmış…’’ Darbeyi bir hak olarak görmenin bundan iyi, bundan açık ifadesi olabilir mi dersiniz ?
Asıl tehlike Ergenekon filan değil, geçmiş / gelecek Ergekonlar da değil. Tehlike Türkiye’ de yarım yüz yıldan fazladır darbe kültürünün öteden beri var ve güçlü bir eğilim olması…Tehlikeyi korkunç, sürekli kılan tehlikenin büyüğü bu…O kültürünün korunması, yeniden üretilmesi için ortamın da son derece iyi planlanmış. Türkiye’ de rejim demokrasi yerine ancak darbelerin çıkabileceği bir siyaset denklemi kurmuş. Böylesi bir karşıtlıktan demokrasi; hukukun üstün kılınması, sosyal devlet çıkmaz. Terazinin toplum kefesine bugünden yarına yakın tehlikeymiş gibi şeriat – bölücülük tehlikesini konulmuş. Laiklik, cumhuriyet elden gidiyor, ülke bölünüyor, toplum da bunu önlemede ehliyet sahibi değil diyorsanız, diğer kefeye de der demez silahı, silahlı gücü koymak kaçınılmaz..Gene, batı dünyası, ABD, AB Türkiye’ de İslam’ i bir rejimi destekliyor diyorsanız geriye bir şey kalmaz, her şey orada biter. Böylesi bir durumda ise; diğer çeteleşmeler; cuntalaşmalar gibi Ergenekon da, benzer olan / olacak olan başkaları da masundur...Bu derin devletleşme, toplumu yeniden fethetme çabaları, bu devirde bölesi bir zihniyet, böylesi bir patolojik kültürel iklim her zaman devlet kaynaklı terör örgütleri, yeni askeri darbeler, kuru sıkı baskıcı rejimler üretir….
Dünyada durum ne onu bilemem ama Türkiye’ de sol geçmişteki kimi milliyetçi sağ partilerin kulvarında, onların geçmişteki misyonuna oynuyor. Eski hesapla devrimci / sol / sosyalist geçinen bazı akıl hocaları direksiyonu toplumun / hakların geleceği üzerine doğrultmuş. Sol bu değişimle büyük kirlilik yaratıyor. Bu gidiş böyle gitmez. Türkiye’ de devletçi siyasal kadrolar yenilenmek, özellikle de sol köklü bir değişim yaşamak zorunda. Dünyayı, Ortadoğu’ yu bulunduğu yerde görüp değerlendirmesi gerekiyor. Kendilerini devletlerinin yerine, halkları üzerinden ifade etmeleri gerekiyor. Sol Devletin kudretinden yararlanmaktan, var olan kudretlinin hınk değiciliğinden kurtulup, yüzünü topluma dönmek, topluma inanmak, onunla hareket etmek, vesayet politikalarını reddetmek zorunda. Emperyalizmle mücadele ile, kaba bir yabancı düşmanlığını birbirlerinden ayırmak, emperyalizmden başka kötülüklerin de olduğunu bilmek zorunda. Bu dünya ortamında yalnızlaşmanın; yerelleşmenin, kaba bir bağımsızlık yanlılığının savunulamayacağını görmek zorunda. Sermaye evrenselse, emeğin asla yerel kalamayacağı, en azından sermaye kadar evrensel olması gerektiğini anlamak zorunda.
Sağ – sol düşünce ve siyasal tartışmalardan önce Türkiye’ de soğuk savaş ikliminin gerektirdiği, günümüzde sorun çözücü olamayan kaba saflaşmanın, saflaştırmaların gözden geçirilmesi gerek. Toplum dinamiklerinin yeniden tarifi, her şeyin yerli yerine, gerçek bir tartışma zeminine oturması gerek. Nedir gerçek bir tartışma zemini, yerli yerine oturması gereken ? Liberal değerler küçümsenerek, ciddi bir sol, özellikle sosyalist bir siyasal kültür oluşamaz. Yaşama sınıf gerçekliğinin ötesinde başka önemli bir açıdan da bakmak büyük önem taşıyor. Gelişen toplum devletin dar gelen kalıbına sığmıyor. Devletin nerdeyse yüz yıla yaklaşan kurumları, kurumsal işleyiş toplumun sorunlarını çözmek imkanlarından yoksun. Toplum ne zamandır ayakları üstünde yürüyecek durumda, vesayete ihtiyacı yok. Devlete sığınmış, toplumu küçümseyen sol yaşamı geliştirici, devrimci / dönüştürücü değilse ya ne halt yemeğe solum diyecek ?
Birey / insan – toplum ve devlet ilişkilerini masaya yatırmak, insanın hak ve hukukunu, toplumun, halkların özgürleştirilmesi için mücadele şart. Yapılacak şey, insan ve toplumun aydınlık geleceği için devletin konumunu yeniden gözden geçirmek ve devleti sorgulamaktır. Özgür yurttaş ve özgür halklar için devleti yeniden tarif etmek, yeniden yapılandırmaktır. Bu mücadele kültürel boyutuyla gerçek bir aydınlanma sürecine de tekabül eder. Devlet tartışılmaz kutsal makamından halkın katına inip onun hizmetine girmedikçe, toplum devletin vesayetinden kurtulmadıkça, yaşam sivilleşmedikçe sağ – sol tartışması yerli yerine, bulunması gereken zemine oturamaz. Bu ters durum en hafif deyimle sol adı altında emeğe, baskı altında yaşamını sürdüren her türden dışlanana, mazluma yapılabilecek en büyük saygısızlıktır.