Kürdistan gerçeği, Kürt ulusal sorunu ve onurlu tavır Kemal Burkay/Geçmişte zaman zaman yazdım: ”Türkiye” adı Lozan’la ortaya çıktı, yani 84 yıl önce. Kürdistan adı ise binlerce yıldan beri var. İran Selçuklularının daha bin yıl öncesi ”Kürdistan” adını kullanmaları bir yana, bu ad Eski Yunan ve Roma döneminden beri var; hatta ondan da önce. Kürtler, tarihin tanık olduğu en eski dönemlerden beri adına Kürdistan denen bu coğrafyanın üzerinde yaşıyorlar. Bu yazıda amacım tarih üzerine uzun uzun yazmak değil, bu basit gerçeği birilerine hatırlatmak. Tarihi gerçek böyle olduğu halde, ne ilginçtir ki, Anadolu’nun yerli halklarından Ermeniler soykırıma uğratılıp Rumlar kovulduktan, Kürtlerin desteğiyle ”Kurtuluş Savaşı” denen şey kazanılıp Anadolu ve Trakya’da ”Türkiye” adıyla bir devlet kurulduktan sonra, Kürtler de Kürdistan da yok sayıldı, bu adlar yasaklandı ve bir yandan baskı ve katliama dayalı korku ve terör, diğer yandan da yoğun bir propaganda ile unutturulmaya çalışıldı. Türk devletinin bu işte epeyce başarılı olduğu söylenebilir. Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen kırk yıl boyunca Kürt sözcüğü basın-yayın alanından, eğitim sisteminden tümüyle dışlandı. Kürt yazı dilinin tüm ürünleri yasaklandı, yakıldı, yok edildi. Kürdistan adı ise nerdeyse unutturuldu. Kürt kültür yaşamı çoraklaştırıldı. Gerçi Kürtler tüm bunlara rağmen dillerini unutmadılar; ama binlerce yıllık bir geçmişi olan Kürt yazı dilini ve zengin tarihlerini tanımaz oldular, kendi kimliklerine önemli ölçüde yabancılaştılar. 1950’li yılların sonlarında ve 1960’lı yıllarda, bir yandan Güney Kürdistan’da Mustafa Barzani’nin önderliğinde başlayan Kürt ulusal direnişi, diğer yandan dünyamızda hızlanan ulusal kurtuluş hareketleri ve sosyalist devrimlerin etkisiyle, Türkiye sınırları içindeki Kuzey Kürdistan’da da Kürt ulusal hareketi usul usul canlandı. Kürt aydınları nice baskıyı, zindanı, işkenceyi göğüsleyerek Kürt sorununu tartışmaya başladılar, Kürtçe yazmaya çabaladılar. Kürt halkı dilini, kültürünü, tarihini, kısacası kimliğini yeniden keşfetmeye başladı. Kürdistan adı ise ancak 1970’li yıllarda geri geldi. Kürtler bir ulus olduklarının bilincine varıp kendilerine özgü yurtlarını, ”Doğu ve Güneydoğu” filan değil, gerçek adıyla, gerçek boyutlarıyla, yani dört devlet arasında bölünmüş ve sömürgeleştirilmiş Kürdistan diye çağırır oldular. Gerek 1974 yılında kurulan Kürdistan Sosyalist Partisi’nin, gerekse diğer yurtsever güçlerin bu dönemde büyük fedakarlıklara katlanarak, büyük bedeller ödeyerek verdikleri mücadele rejimin ideolojik duvarını paramparça etti. Kürt ulusal mücadelesi canlandı, kitleselleşti. Onunla birlikte rejimin baskı ve tuzakları da arttı. Buna ilişkin olarak son 40-50 yılın öyküsünü genç kuşaklar iyi bilmeseler bile, biz, 60-70’indeki insanlar hep birlikte yaşadık. Rejimin Kürt ulusal hareketine kurduğu tuzakların başında Öcalan eliyle örgütlenen PKK vardı. PKK tüm Kürt partilerinden daha radikal göründü. Dört parçanın birliği ve bağımsız Kürdistan gibi makro hedefleri savundu, koşullara bakmaksızın silahlı mücadeleyi mutlaklaştırdı. Bunun yanı sıra o dönemdeki tüm Kürt ulusal örgütlerini işbirlikçi saydı, düşman gibi gösterdi ve onlarla savaşmayı temel bir politika yaptı. Kürdistan’da aşiret kavgaları çıkardı. Rejim PKK eliyle Kürt sorununu terörize etti. 1980’li yıllarda Öcalan Suriye’ye geçti ve PKK’nın ipleri bu kez de Suriye’nin eline geçti. Suriye, onun yanı sıra İran, onu Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullandılar. PKK 1984 yılında Türkiye’ye karşı bir partizan savaşı başlattı. Biz daha o zaman, iç ve dış koşulların uygun olmadığı bir dönemde başlatılan bu savaşın başarı şansı olmadığını, karşı tarafa yarıyacağını ve Kürt halkına çok büyük zararlar vereceğini söyledik. Sonuç ise farklı olmadı. Rejim PKK’nın eylemlerini bahane ederek Kürt halkına karşı amansız bir terör estirdi, dört bin köyü, onlarca kasabayı yakıp yıktı, 3-4 milyon insanımızı sürdü, Kürdistan’ın kırsal kesimini önemli derecede boşalttı. Kürdistan’da ekonomik ve sosyal hayat çöktü. Halk savaştan yoruldu, bıktı. Onbinlerce cana da mal olan bu çatışmanın Kürt halkı açısından herhangi bir kazanımı olmadı. Öcalan, bilerek-bilmeyerek yaptığı yanlışlarla kendisinin ve örgütünün adını teröriste çıkardı; böylece Türkiye’ye büyük bir propaganda üstünlüğü verdi, Kürt halkına karşı militarist rejimin elini serbest kıldı. Kısacası Türk rejimi, ustaca bir oyunla Kürt devrimine düşük yaptırdı. Sonuçta Suriye, Türkiye’nin baskılarına direnemeyip Öcalan’ı ülkesinden çıkardı. Dünyada sığınacak yer bulamayan Öcalan ABD’nin desteğiyle yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Daha ilk günden Türk devletinin –yeniden- hizmetine girdi. Hedef olarak ne bağımsız Kürdistan kaldı, hatta ne de federal veya otonom çözüm.. Öcalan tüm bunları bıraktı, gericilik sayar oldu. Üniter devleti ve Kemalizmi benimsedi. Silahlı mücadeleyi bıraktı, partisinin adını ve programını bile terketti. Ta ki, İmralı yoluyla onu yönlendiren Türk derin devleti yeniden, kendi planları ve terör edebiyatı için, PKK’nın adına ve silahlı eylemlerine gerek duyuncaya kadar… Öcalan’ı bir puta çevirmiş olan PKK ise bu süreçte onu kuzu kuzu izledi. Rejim görünürde PKK’yı terörist bir örgüt, Öcalan’ı da teröristbaşı saymasına rağmen, gerçekte onun ve yandaş legal örgütlerinin eliyle Kürt ulusal hareketini pasifize etmeye, içini tümden boşaltmaya, teslim almaya çalışıyor. Ama bu kadar teslimiyet rejime yetmiyor. Örneğin DTP Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un yazdıkları –üniterciliği, Kemalistliği, Türk ordusunun Güney Kürdistan seferine ”kardeşlerin kucaklaşması” yaftası altında yeşil ışık yakması- ve DTP yönetiminin bir bütün olarak ”Türkiye’ye verdiği sözler” yetmiyor. Sezer onları köşke sokmadı. 30 Ağustos kutlama törenlerine de çağrılmadılar. ”30 Ağustos bizim de bayramımızdır!” demelerine rağmen… Nazım Alpman’ın deyişiyle, birtürlü yaranamıyorlar… Çünkü militarist rejim, kendisine biat edip teslim olsalar bile Kürtlere ve –görünümü kurtarmak için de olsa- Kürt adından ve sorunundan söz edilmesine hiç katlanamıyor. Kürt ve Kürdistan adlarını, aynen 1930’lu, 40’lı, 50’li yıllarda olduğu gibi unutturmaya çalışıyor. Kürtleri anımsatan herhangi bir sembole tahammülü yok. Türk basını bir ağızdan, DTP’yi ”Türkiye partisi” olmaya çağırıyor. Bu nasıl bir şeyse?. Oysa ne DTP’nin adında Kürt veya Kürdistan sözcüğü var ne de programında Kürtler için dişe dokunur bir öneri. Kaldı ki, ortada Kürdistan diye bir ülke, Kürt halkı diye kökleri binlerce yıl öncesine giden 40 milyonluk bir halk varken ve bunun en azından 20 milyonu da Kuzey Kürdistan’da ve Türkiye’de iken, bu ülkede neden Kürt ve Kürdistan adını taşıyan bir parti olmasın?.. Neden Kürtler kendi hükümetleri, parlamentoları eliyle kendilerini yönetmesinler?.. Neden Kürtçe resmi dil olmasın?.. Kıbrıs’taki 200 bin Türk için bütün bunlar varken ve üstelik bu statü az dahi bulunup orada ayrı devlet oluşturulmak istenirken?.. Evet, bunlar bir yana, rejim Kürtleri elli yıl, seksen yıl geriye götürmeye çalışıyor. Bunu başarabilir mi? Tüm olup bitenlerden sonra ölü toprağını yeniden Kürtlerin üstüne serpebilir mi? Elbette bunu yapamaz, eski çamlar bardak oldu! Köprülerin altından çok sular aktı. Ama Kürt hareketini yeniden geri mevzilere itebilir, örgütsel ve ideolojik olarak zayıflatabilir. Rejimin bu planlarını boşa çıkarmak için Kürt hareketinin uyanık, canlı, onurlu olması gerekiyor. Kürt siyasal kadroları, aynı zamanda dilleri, tarihleri konusunda bilgili, donanımlı olmalılar. Bu iş, karşı tarafın önünde eğilip bükülmekle, 30 Ağustos törenlerine bizi neden çağırmadılar diye yakınmakla olmaz. Salt kuru ajitasyonla, tepkicilikle de olmaz. Bunun için örgütlülük, bilgi, donanım ve onurlu bir tavır gerekir.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
0 Yorum:
Post a Comment