Çünkü 12 Eylül Kürtlere konuşma yasağı getirmişti. Yurttaşın evde, sokakta, günlük yaşamında Kürtçe konuşması çıkarılan yasayla engellenmişti. Bir halkın dilini yasaklamak kültürel soykırım değil de nedir?
Diyarbakır Cezaevi'nde sadece işkence yoktu, kültürel soykırım da vardı. Görüşe giden anneler, tek kelime edemeden görüş sürelerini dolduruyordu. Cezaevi duvarlarına büyük harflerle 'Türkçe konuş, çok konuş' sloganı yazılmıştı
Evet darbeden tüm demokratik güçler etkilendi, ancak Kürtlerin anlam ve mana dünyası daha farklı etkilendi. Batıda solcular darağaçlarına gönderildi ama Bölge'de Kürt gençler Kürt oldukları için diri diri yakıldı
Tarih 21 Ekim 2008... Yer Diyarbakır... DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk konuştu ve şöyle dedi: '1980 askeri darbesi hem Kürt halkı için hem de bütün Türkiye için eşi benzeri görülmemiş siyasi, sosyal ve kültürel soykırıma neden oldu.' Bu sözlerden sonra yer yerinden oynadı. Kürt sorunu konusundaki 'bilgisizliklerini', her defasında 'ukala' tavırlarıyla kamufle etmeyi başaran medya leşgerleri, hemen kaleme sarıldılar. Kimi, 'Sen nasıl öyle konuşursun' diyerek isyanını dile getirdi. Kimi de, 'Nankör' diyerek aba altından sopa gösterdi. Medya leşgerleri tepkiliydi ama Ahmet Türk haklıydı. Çünkü 12 Eylül rejimi ile birlikte Kürtlere karşı kültürel soykırım uygulanmıştı. Nasıl mı? İşte soykırımın su götürmez kanıtları...
12 Eylül'e genel bakış
Önce 12 Eylül'e kuşbakışı göz atmakta yarar var. 12 Eylül rejimi ile birlikte siyasal nedenlerle 650 bin kişi gözaltına alındı. Yaklaşık 200 bin kişi hakkında sıkıyönetim mahkemelerinde dava açıldı. 65 bin kişi çeşitli cezalara mahkum edildi. Açılan davalarda 6 bin 353 kişinin idamı istendi, verilen idam kararlarının sayısı 500'ü geçti. Bunlardan 50'si infaz edildi. Yüzbinlerce kişi fişlendi, 388 bin kişiye pasaport yasağı kondu. Bizzat sıkıyönetim komutanlarınca 4 bin 891 kamu görevlisinin işine son verildi ve bir o kadarı da sürgüne gönderildi. Ülke dışına kaçan veya kaçmak zorunda olanların sayısı 30 bin, vatandaşlıktan çıkarılanların sayısı 15 bini buldu. Yüzbinlerce kitap yakıldı, bine yakın sayıda film yasaklandı ve bütün demokratik kitle örgütlerinin kapısına mühür vuruldu. Türkiye'de hiçbir karşı koyma, direniş olayı yaşanmadan bütün toplumsal muhalefet susturulmuş, sol kısa bir sürede darmadağan edilmiş, darbeciler 'korku'lanın önüne çok rahat geçmenin rahatlığını yaşıyorlardı. Ülke dikensiz gül bahçesi haline getirilmişti. Mamak Askeri Cezaevi'nde toplanan siyasi tutsaklara askeri yürüyüş halinde marşlar söyletilip, boy boy fotoğraflar gazetelerde yayınlatılarak, topluma 'İşte sizin kurtarıcılarınız bunlardır' denilerek, sola olan inanç ve güven kırdırılmış, geleceğe olan umutlar karartılmıştı. Üniversiteler eski konumundan çıkarılmış, kimi demokrat-devrimci aydın hocalar ya cezaevlerine konulmuş, ya da kaçmıştı. Kalanlar ise darbeyi ve darbenin dayanağı olan Türk-İslam felsefesi doğrultusunda dersler veriyor, askeri kışlaları yönetilir gibi yönetiliyordu üniversiteleri.
Sadece Kürtler etkilenmedi ama...
12 Eylül rejiminden sadece Kürtler mi etkilendi? Hayır, sadece Kürtler etkilenmedi. Sol, demokratik muhalefeti teşkil eden Türkiyeli yurtseverler de ciddi bedeller ödedi. Ancak 'Solcular da Kürtler kadar acı çekti, bedel ödedi' tezi, bizi Kürtlere kültürel soykırım uygulandı sonucundan uzaklaştırmıyor. Uzaklaştırmamalı da. Çünkü Kürtler 12 Eylül'ü solculardan daha farklı algılar oluşturarak yaşadılar. Çünkü 12 Eylül Kürtlerin anlam ve mana dünyasında daha farklı çağrışımlar doğurdu. Bu çağrışım iki farklı mekanda yaşandı. Biri toplumsal ve siyasal yaşamda, diğeri Diyarbakır Cezaevi'nde. 12 Eylül askeri darbesi, Bölge'de adeta 'işgal' süreciydi. Askerin girmediği ev, köy kalmadı. Her tarafta Apocular aranıyor, köylüler gece yarıları evlerinden çıkarılıyor, anadan doğma soyularak işkence yapılıyordu. Apocular ve silahlar soruluyor, asker istediklerini elde edemeyince de erkekleri kadınların karşısına çıkararak onurlarıyla oynuyordu. İl ve ilçelerde ise infaz ve tutuklamalar gerçekleştiriliyordu.
Diri diri insan yaktılar
Sadece ve sadece bir olayın anlatımı dahi 12 Eylül rejiminin Bölge'de nasıl cereyan ettiğini anlamaya yeter de artar. Tarih 10 Ekim 1981. Yer Dersim'in Ovacık ilçesine bağlı Kale Deresi Mezrası (Derê Garedesi)... 20 yaşındaki Behzat Firik, evinden alındı, ağabeyi Ekber'in gözleri önünde ormanda bir ağaca bağlandı. Sonra işkence başladı... Yüzbaşı Osman Aytekin, askerlerin sırayla ateşte kor haline getirdikleri kasaturayla Behzat'ın vücudunu dağlıyor, yetmiyor gözünü ve yüzünü çiziyordu. Bir grup asker de, yüzbaşının emri üzerine Behzat'a işkence yapıp ateş korlarını vücuduna serpiştiriyordu. Behzat, daha fazla dayanamamış ve kan kusmaya başlamıştı. Vahşet devam etti... Ayakları ateşin içine yerleştirildi. Kesif bir yanık kokusu vadiye yayılırken ayakları dirhem dirhem topuklarına kadar yanmaya başladı. Abisi Ekber Firik, çaresizdi. Bir şeyler yapmak istiyor, ama elinden bir şey gelmiyordu. Gördükleri karşısında daha fazla dayanamayıp bayılıvermişti. Sonra Behzat Firik'in cansız bedenine bir el kurşun sıktılar.
12 Eylül vahşetinin sembolü Kürt genciydi
Sonra ne mi oldu? Behzat'ın babası Firik Dede, dev gibi bir adamdı. Seyit çocuğuydu. Dersim'de tanınan bir insandı. Çöktü, sakal bıraktı. Ölünceye kadar oğlunun yasını tuttu. Sakal ve bıyığına makas vurmadı. Devletten gelen hiçbir yardımı kabul etmedi. Var mı bundan daha iyi 12 Eylül'ü sembolize eden bir olay. Hayır yok. Ama her yıl 12 Eylül rejimi protesto edildiğinde siz 12 Eylül'ün sembol ismi Behzat'ın hiç fotoğraflarının taşındığını gördünüz mü? Siz hiç Behzat'ın yaşadıklarını dile getiren bir sunum işittiniz mi? Siz hiç Türk medyasının Behzat'ın yaşamöyküsüne yer verdiğini duydunuz mu? Peki Behzat kimdi? Üniversite öğrencisiydi. Yoksul bir Kürt genciydi. Var mı böyle bir örnek Batı'da? Hayır. Siz üniversite öğrencisi bir genci diri diri abisinin gözleri önünde yakarsanız, bunun toplumda yaratacağı çağrışım ve algıyı tehditle, inkarla sileceğinizi zannediyorsanız yanılırsınız. Nitekim toplum bunu hiçbir zaman unutmadı. Unutmayacak da.
Bir halka dilini konuşma denildi
Şimdi gelelim 12 Eylül ve kültürel soykırıma... Askeri darbe ile gelen 1982 Anayasası'nın 26'ncı (Düşüncelerin açıklanmasında ve yayılmasında kanunla yasaklanmış herhangi bir dil kullanılamaz) ve 28'inci (Kanunla yasaklanmış herhangi bir dilde yayım yapılamaz) maddeleri, yaklaşık bir yıl sonra, yine cunta tarafından çıkarılan 2932 sayılı yasa ile ete kemiğe büründü. 2932 sayılı Türkçe'den Başka Dillerin Kullanımı Hakkındaki Yasa, 'milletin bölünmez bütünlüğü'nü dil bağlamında korumayı istemenin, demokrasiyi nasıl sakatlayabileceğinin en somut örneği oldu. Yasa, 2'nci maddesinde 'Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri (Yasanın yapıldığı dönemde Irak'ta Kürtçe ikinci resmi dildi) dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır' diyerek Kürtçe'yi yasakladı. 3'üncü maddesinde ise, 'Türk Devleti vatandaşlarının anadili Türkçe'dir' diyerek Türkiye'de anadilini bilmeden yaşayan milyonlarca yurttaşın bulunduğu izlenimini yarattı. O dönemde varlığı bile reddedilen bir milletin, doğal olarak varlığı reddedilen dilini, o dilin adını bile ağıza almadan yasaklamanın dahiyane yolunu içeren bu yasa 1991'de yürürlükten kaldırıldı. Anayasa'nın 26 ve 28'inci maddeleri ise Ekim 2001'de Anayasa'dan çıkarıldı. Ancak, tüm yurttaşların anadilinin Türkçe olduğu anlayışını yansıtan 42. madde (Türkçe'den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadil olarak okutulamaz ve öğretilemez) h‰l‰ yürürlükte. 12 Eylül 1980 Darbesi ile Kürtçe konuşmak yasaklandı. Kürt nüfusun hakim olduğu illerde PTT'den tutun da cezaevlerine kadar, neredeyse tüm kamu alanlarına 'Türkçe'den başka dilde konuşmak yasaktır' levhaları asıldı. Türkiye, bu düzenlemeyle bir dili kullanmayı özel yasa çıkararak resmen yasaklayan ilk ve tek ülke olma özelliğini AB uyum yasaları çıkana kadar başarıyla korudu.
Akla hayale gelmeyen işkenceler
12 Eylül ve kültürel soykırım öngören zihniyetinin hayata geçirildiği bir diğer mekan Diyarbakır Cezaevi'ydi. 12 Eylül sürecinde her Kürt ailesinden birileri Diyarbakır Cezaevi'nden geçti. İşkenceler yapıldı orada. Ve bu ciddi bir kırılma noktası yarattı. Bu cezaevi stratejik bir konumdaydı. Çünkü PKK'nin yüzde doksan kadro ve sempatizanının toplandığı bir cezaeviydi. Diyarbakır devlet ve devleti güvenceye almaya çalışan darbeciler için önemli bir merkezdi. Burada alınacak sonuç devletin geleceğini belirleyecekti. Bundan dolayı Diyarbakır 7. Kolordu Komutanlığı'na özel harpçi Kemal Yamak getirilmiş, onun ekibinden cezaevi yönetimi oluşturulmuş ve özel politikalarla belirlenen uygulamalar devreye sokulmuştu. Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde uygulanan işkenceler, günlük yaşamda yaşananlar insanın aklına-hayaline gelmeyecek uygulamalardı. Esat Oktay'ın 'Sizi öyle bir hale getireceğim ki, sizi dışarı bıraksak dahi, siz dışarı çıkmak istemeyeceksiniz' sözleri, uygulamaların hangi politikanın sonuçları olduğunu ortaya koymaktaydı. Diyarbakır Cezaevi'nde sadece akla hayale gelmeyecek işkence yöntemleri yoktu. Bunun yanısıra kültürel soykırım öngören uygulamalar vardı. 12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi'ne görüşe gelen ve Türkçe bilmeyen anneler, on dakikalık görüş süresince oğullarına bakıp gözleri buğulu, tek kelime edemeden görüş sürelerini dolduruyordu. Cezaevi duvarlarına büyük harflerle 'Türkçe konuş, çok konuş' sloganı yazılmıştı.
Bizi bugün acıtan dünün solcuları
Diyarbakır Cezaevi'ndeki PKK'li tutuklular sadece ve sadece Kürt oldukları veya Kürtler lehine taleplerde bulundukları için akla hayala gelmeyen işkence vakalarına maruz bırakılıyorlardı. Çünkü Diyarbakır Cezaevi'nde hayata geçirilen işkence vakaları sadece kimlik talebine yöneltilmişti. Kimliği, ıstırap ve işkence nedeni sayan bir kamu zihniyetini kültürel soykırım olarak tanımlamayacağız da, ne olarak tanımlayacağız? Bize acı veren geçmişimizle yüzleşmeden, o acıyı 'acıtan gerçeklik' olarak gözler önüne sermeden kangrenleşen yaralarımızı nasıl saracağız? Susturarak mı, tehdit ederek mi? Yoksa entellektüel linç girişimleri başlatarak mı? Kültürel soykırım tartışmalarında daha da acı olan gerçeklik ise şudur: Sırf solcu oldukları için 12 Eylül döneminde çile ve işkence çeken dünün sol aydınlarının, bugün sözlerinden dolayı Ahmet Türk'ü eleştiri bombardımanına tutmaları. CENGİZ KORKMAZ
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
0 Yorum:
Post a Comment