Bağdat Kurdistan'a vız geliyor

Kuzey Irak Kürt yönetiminin, yeni petrol yasasının onaylanmamasına ve Bağdat'ın tüm itirazlarına rağmen yabancı enerji şirketleriyle anlaşmalar imzalaması Irak'ta gerginlik yarattı. Kürt yönetimi Bağdat'ı dikkate almıyor... ABDUZZEHRA ERREKABİ Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, işgal altındaki Irak'a son ziyaretinde ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'la Bağdat'ta görüşmek için acele ediyordu. Ancak Kürt lider, Kerkük'e geldiğinde Rice'la görüşmekten kaçınmıştı. Gözlemcilerin bu durumdan yola çıkarak hazırladığı raporlar, Kürtlerin temel hedefinin Kerkük'ün ayrılıkçı Kürdistan bölgesine katılması olduğunda hemfikir. Diğer etnik gruplar açısındansa, bu talebin gerçekleşmesi imkânsız; temel neden de petrol gelirlerini elde etme arzusu. Kürtlerin aşamalı istila operasyonu gasp olarak görülüyor. Kürt varlığının büyümesi, özellikle de Türkmenler açısından büyük sıkıntı yaratıyor. Türkmenler Kerkük'ü tarihi bir Türkmen kenti, Kürtleri de kentte önemli bir azınlık sayıyorlar. Kerkük'te çıkmaz Artan güçlerinin Kürtlere, Kerkük'le ilgili çekişmeyi kaynama noktasına götürecek türden bir emrivaki yaratma imkânı verdiği şüphesiz. Anayasa taslağının belirlenmesindeki rolleri Kürtlere, hükümeti Kerkük'ün Arap dokusunun yok edilmesine yol açacak bir program uygulamak zorunda bırakan bir maddeyi anayasaya sokma olanağı sağladı. Bunu 2007 sonunda yapılması öngörülmüş olan nüfus sayımı ve referandum hazırlığı izledi. Fakat anayasa her halükârda Kürtlerin hak sahibi olduğunu belirlese de, Kerkük'teki gruplar ve merkezi hükümetin büyük kesimi bu icraatları desteklemiyor. Ayrıca açıklandığı üzere, Kuzey Irak'a komşu ülkeler Kerkük'ün Kürt oluşumuna katılmasına karşı çıkıyor. Özellikle de Türkiye, Kerkük'ün resmi olarak Kürt bölgesine katılmasına göz yummayacağına ve Kürt ayrılıkçı uygulamaları durdurmak için son çare olarak askeri müdahalenin yanı sıra diplomatik gücü de elinde bulundurduğuna işaret etti. Türkler bozuk plak gibi belirli aralıklarla tehdit yöneltmeyi sürdürüyor. Bu tehditler, Türklerin Kerkük ve Musul'la ilgili emelleriyle alakalı. Hükümete bağlı Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu, Musul ve Kerkük'ü Irak'a bağlayan 1926 anlaşmasını gözden geçirme çağrısı yaptı ve Washington'ın Irak'ı bölmeyi kararlaştırması durumunda, bu iki kenti almanın Türkiye'nin hakkı olduğunu, çünkü Türkiye'nin Musul ve Kerkük'ü birleşik Irak devletine bıraktığını ifade etti. Irak uzmanı gözlemciler, son zamanlarda ayrılıkçı Kürt oluşumun hükümetiyle uluslararası petrol şirketlerinin imzaladığı anlaşmaların Irak'taki anlaşmazlıklara eklenmesi sonrası, Bağdat'taki Maliki hükümetiyle Kürtler arasında bir çatışma meydana geldiğini gözlemledi. Irak Petrol Bakanı Hüseyin el Şehristani'nin Riyad'taki son Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) toplantısı sonrasında, 'Bağdat'ın onayı olmaksızın anlaşma imzalayan şirketlerin hükümet kurumlarıyla çalışma imkânı bulamayacağını' belirtip, 'hükümetin bu şirketleri cezalandırma uyarısı yaptığını ve Irak'ın çıkarılacak petrolün ihracatına izin vermeyeceğini' söylediği belirtiliyor. Parlamentonun yeni petrol yasasına nihai onay vermesinden önce ve merkezi hükümetin itirazına rağmen, Kürtler petrol çıkarılması konusunda 20 yabancı şirketle anlaşma imzaladı. Aynı çerçevede, parlamentonun petrol ve doğalgaz komisyonu başkanı Abdulhadi el Hasani, Kürtlerin petrol ve doğalgaz yasası çıkarma konusunda merkezi otoriteden bağımsız hareket etmelerinin Irak toplumunda olumsuz sonuçlar yaratacağını belirtti. El Hasani basın açıklamasında Kürtlerin, anayasanın Kürtlerle merkezi yönetim arasında yapılmasını öngördüğü siyasi istişareleri petrol ve doğalgaz konusunda gerçekleştirmediğini ekledi. Komisyon Başkanı, bu durumun Kürtlerin petrol ve doğalgaz kârlarını artırma eğilimine işaret ettiğine dikkat çekti ve Kürtlerin yabancı şirketlerle imzaladığı anlaşmaların ortak anayasada öngörülmediğini vurguladı. El Hasani, Kürtlerin yabancı şirketlere verdiği kâr oranının dünya piyasalarına göre yüksek olduğunu açıkladı. Eski anlaşmalara yeni düzenleme Kürt milletvekili Mahmud Osman yabancı şirketlerle petrol anlaşmaları yapmanın Kürtlerin anayasal hakkı olduğunu ifade ederken, başbakan Maliki'nin danışmanı Yasin Mecid'se merkezi hükümetle Kürtler arasında büyük anlaşmazlıklar yaşandığını yalanladı ve Kuzey Irak'taki petrol anlaşmaları konusunda hükümetin tutumunu Petrol Bakanı Şehristani'nin belirlediğini söyledi. Kürtler her halükârda Maliki hükümetinin itirazlarıyla ilgilenmedi ve birçok uluslararası şirketle petrol ve doğalgaz yatırımı için yeni anlaşmalar imzaladılar. Ayrıca eski anlaşmalara da yeni düzenlemeler getirdiler. Kürtler, silahlı PKK unsurlarının izini sürmek için Kuzey Irak'a girme yönündeki Türk tehditlerine rağmen, uluslararası şirketleri çekmek için uzun vadeli planlarını hayata geçirdi. (Lübnan gazetesi Müstakbel, 29 Ocak 2008)-radikal

Göç mağduru Rusya Kürtleri

Sovyetler Birliği tarafından 1989'da Don Kazaklarının yaşadığı Krasnadar bölgesine göç ettirilen Kürtler, tüm zorluklara rağmen gelenek ve göreneklerini sürdürüyor. Rusya Kürtleri Bölge'deki gelişmeleri de yakından takip ediyor. Eski Sovyet coğrafyasında yaşayan azınlıkların çoğu taşra bölgelerindeydi. Sovyet sisteminin değişmesiyle birlikte herkes bir mecra buldu kendine, ama o dönemde taşranın en diplerinde yaşayan, sürekli dağ bölgelerine doğru çekilen Kürtler hâlâ taşrada yaşamaya devam ediyorlar. Yaşadıkları coğrafyaya kendi kültürlerini de taşıyan Kürtlerle diğer halklar arasındaki kültürel diyalog ise kimi zaman sancılı, kimi zaman şenlikli... Devlet kayıtlarına göre halen Krasnadar bölgesinde 6 bin Kürt yaşıyor, gayri resmi yerleşimlerle birlikte 8 bini buluyor bu sayı... Adıgey bölgesinde bulunan 6 köydeki sayıları ise 4 bin kadar... Adıgey'de yerleşik halk Çerkes olsa da burası tam bir halklar mozaiği... Ermeniler, Ruslar, Yunanlılar, Tatarlar, Asurilerle birlikte Kürtler de bu mozaiğin renklerinden birini oluşturuyor. Kürtler ve göç Krasnadar bölgesi, Rus edebiyatçı Şolov'un 'Durgun Don' romanında geçen Don Kazaklarının yaşadığı bir bölge. 1989'da Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki çatışmalarda göçe tabi tutulan Kürtler, Pimakov'un talimatıyla bu bölgeye yerleştirildiler. Bu göçe şahitlik edenler bu dönem trenlerle buralara göçertilen Kürtlerin sayısının 60-65 bin olduğunu belirtiyor. Bunların 50 bin kadarı Krasnadar çevresine, 15 bin kadarı Adıgey bölgesine yerleştirilmişti. Ancak devletin desteğini çekmesiyle giderek yoksullaşan Kürtler, çareyi Rusya'nın diğer bölgelerine göç etmekte bulmuşlar. Ve sonunda Krasnadar'da 8 bin civarında Kürt kalmış. Çerkes yöneticiler Kürtlerden oy aldığı için memnun olsa da, bölge yönetimi hâlâ Kürtleri politik olarak ulusal güvenlik sorunu olarak görüyor. 1989'da Kürtler bu bölgeye yerleştirildiği sırada başlayan otonomi tartışması, bu paranoyanın temelini oluşturuyor. Bu nedenle Çerkesler ve aşırı milliyetçi Slav örgütleri, Kürtlerin buradaki yoğunlaşmalarını bir özerklik talebi korkusuyla izliyor. Bazı basın organları ve internet sitelerinde bu yüzden sürekli Kürt karşıtı bir söylem kullanılıyor. Tek gelir kaynağı kabak üreticiliği Bu bölgede hayatını sürdüren Kürtler, hâlâ geleneklerini sürdürüyorlar. Bir evde aynı sülaleden 7-8 çocuklu iki-üç aile birlikte yaşıyor. Diğer halklar tarafından garip karşılanan bu durum, yeni nesille yavaş yavaş değişiyor. Kalabalık aile ve toprak işçiliği Kürtleri serf konumunda tutuyor. Adıgey'in köylerinde yaşayan Kürtler çoğu zaman Ruslardan kiraladıkları topraklarda tarım yapıyorlar. Kendileri için aldıkları küçük bahçeler henüz istihdama yetmiyor. Bu yüzden de çoğu aile kiraladığı topraklarda çalışıyor ve mahsulden elde ettikleri gelirleri toprak sahibiyle paylaşıyor. Kürtler daha çok kiraladıkları topraklarda kabak yetiştiriyorlar. Çünkü bu topraklar, en cok kabak ürünü için verimli. Diğer yandan, üreticiler kapılarının önünde ürünlerini satabiliyorlar. Kabağa ihtiyacı olan fabrika sahipleri, özel arabalarıyla bu köylerdeki satıcıların kapılarına kadar gelip ürünleri satın alıyorlar. En büyük sorun işsizlik İşsizlik konusunda bilgi veren Feyzo Hüseyin, Kürtlerin genelde kabak yetiştirmelerine rağmen yer yer az olan topraklarından maksimum gelir elde etmek için seracılık yaptıklarını da kaydediyor. Her evin tarımın yanında birkaç baş hayvan da yetiştirdiğini belirten Hüseyin, bölgedeki Kürtlerin en büyük sorununun işsizlik olduğunu dile getiriyor. Hüseyin, genç bir nüfusa sahip olan Kürtlerin sadece bir kısmının yılın bazı mevsimlerde tarım yapabildiğini söylüyor. Çünkü arazi az... Tarımda iş bulamayan Kürtlerin önemli bir bölümü ise sürekli işsiz... Kültürel çatışma yaşanıyor Tam bir mozaik olan 700 hanelik Belo köyünde 200 hane Kürtlere ait. Buradaki Kürtlerin kurduğu Kürt Kültür Derneği, çevre köylerde ve Adıgey Özerk Cumhuriyeti'nde belli bir saygınlık kazanmış durumda. Kürt Kültür Evi ve Yerel Kürt Meclisi Başkanı Xudeda Ahmet, Kürtler ve Ermeniler gibi bazı halkların sonradan göçle buraya geldiklerini anlatıyor. Ve ekliyor: 'Halklar arasında toplumsal uzlaşma da var, kültürel farklardan doğan sorunlar da...' Aynı köyde yaşayan halkların birbirlerini kabullendiklerini, acı ve tatlı günlerini paylaştıklarını vurgulayan Ahmet, 'Ancak gençler kültürel bir çatışma yaşıyor. Bunun toplumlararası uzlaşmayı zora sokacağından korkuyorum' diye konuşuyor. Evlilik ilişkileri geliştiriyor Yaşanan kültürel çatışmaya rağmen Kürtlerle diğer toplumlar arasında evlilik ilişkileri oldukça yaygın. Örneğin Sadove köyünde yaşayan Yunus adlı yurttaşın ailesi oldukça ilginç. Yunus önce bir Kürt kızıyla evleniyor, ancak çocukları olmayınca eşi Yunus'un yeniden evlenmesine izin veriyor. Yunus komşu köyden, bir kız çocuğu annesi dul bir kadın olan Nataşa Stubovokova ile evleniyor. Şimdi Yunus'un iki eşi ve biri üvey olmak üzere 3 çocuğu var. Çocukların hepsi Rus anneden olmasına rağmen evde Kürtçe konuşuyorlar ve Kürtçe'yi Rusça'dan daha iyi biliyorlar. Şüphesiz Ruslarla evlilik yapan bir tek Yunus değil. Kürtler ve Ruslar arasında evlilik oldukça yaygın. İslam'a inanıyorlar Burada yaşayan Kürtler Müslüman ancak, ibadetleri yerine getirme konusunda oldukça esnekler. Sayıları parmakla gösterilecek kadar az olan melelerden biri olan Abdulbari Hısso, Kırgızistan'dan gelmiş. Mele Hısso burada yaşayan Müslüman Kürtlerin Müslümanlığı bilmediklerinden yakınıyor. Mele Hısso, buradaki Kürtlerin dini inancıyla ilgili şunları aktarıyor: 'Ermenistan, Azerbaycan hatta Kazakistan'dan buraya gelen Kürtler, Müslüman inancını benimsemiş ancak ne Müslümanlık hakkında bilgileri var, ne de ibadet ediyorlar. Çoğu İslam'ın beş şartını bile bilmiyor. Asla namaz kılmaz ve oruç tutmazlar. İslam'ı çoğu zaman Hıristiyanlık gibi ele alıyorlar ve yaşamlarıyla inançlarını birbirinden ayrı tutuyorlar. Örneğin yaşadıkları köylerde cami veya mescit yok ve toplu ibadet talep etmiyorlar. Ama ölülerinin İslam'a göre yıkanmasını istiyorlar, kurban ve Ramazan bayramlarını kutluyorlar.' Yaşlı kadının Demirtaş sorusu Rusya Kürtleri, Kürdistan'daki gelişmelere de oldukça duyarlılar... Örneğin Sadove köyünden Kaze adlı yaşlı kadının sorduğu ilk soru DTP Eşbaşkanı Nurettin Demirtaş'ın neden tutuklandığı ve sonuçlarının ne olabileceğiydi... Ülkelerini hiç görmemiş olsalar bile, ülkelerindeki sorunları yakından takip etmeleri ve bölgede Kürtlerin uğradıkları baskılara karşı bu kadar ayrıntılı bilgi sahibi olmaları şaşırtıcı geliyor bize. Dünyanın başka yerlerindeki Kürtler gibi onlar da Roj TV izliyorlar. Ancak bölgede konuştuğum birçok insan PKK'nin geliştirdiği silahlı direnişten sonra Kürtlerin de giderek ülkeleri hakkında daha duyarlı olduğunu ve televizyon olmasa bile çeşitli yayınlar yoluyla olup bitenleri öğrenmeye çabaladıklarını belirtiyorlar. Rusya'da göçle, ekonomik sefaletle, yoksulluk ve sürgünlerle iç içe yaşayan Kürtler, hâlâ kültürlerini koruyor ve Kürdistan'daki gelişmeleri dikkatle takip ediyorlar. Sorunlar kadınların sırtında Kürt toplumu içinde şaşırtıcı bir biçimde eğitim düzeyi düşüyor. Sovyet döneminin nispi imkanlarından dolayı kısmen eğitime yönelen ve giderek okuma düzeyi yükselen Kürtler, Sovyet sonrasındaki yeni göç dalgasıyla birlikte tekrar eski cehalet kıskacına giriyor. Rusya'nın kırsal bölgelerinde yaşayan Kürt çocuklarının eğitim düzeyi düşüyor. Özellikle de kız çocukları içinde bu oran belirgin biçimde göze çarpıyor. Bu durum, önemli toplumsal sorunlara da yol açıyor. Kız çocuklarının okuldan erken alınması ve küçük yaşta evlendirilmesi bu sorunların başında geliyor. Adıgey Kürt Kültür Derneği çalışanlarından Newroz Serhat, sorunun kapalı feodal yapıdan kaynaklandığını belirtiyor. Erken yaşta evliliği geleneksel yapıya bağlayan Serhat, sosyal yapıdaki farklı kültürler karşısında duyulan paniğin bunda rol oynadığını anlatıyor. Serhat'a göre Kürtler, çocuklarının Rus komşulara benzeyeceğinden korkuyor ve erken yaşta evlendirerek kontrol altına almak istiyorlar. Son 15 yılda erken yaştaki evliliklerde yaşanan artışı da bunun göstergesi olarak sunuyor Serhat... Ancak Kürt kadınlarının tek sorunu bu değil. Kadınlar, diğer Kürdistan parçalarında olduğu gibi tarlada çalışıyor ve bütün gıda ihtiyacını onlar karşılıyor. Bu nedenle kadınlar, sosyal ve ekonomik sorunlardan en çok etkilenen kesim oluyor. Kürtlerin bilinen 'kaderi' burada da değişmedi Kürtlerin kendi coğrafyalarındaki sefalet ve geri kalmışlık, bu bölgede de yakalarına yapışmış durumda. Rusya'nın diğer bölgelerindekiler gibi Adıgey Kürtleri de bürokratik sorunlarla boğuşuyor. Halen bine yakın kişi, kimlik veya oturum belgesi olmadığı için köylerinden dışarı çıkamıyor. Kürt Kültür Merkezi ve Yerel Kürt Meclisi Başkanı Xudeda Ahmet, bölge yönetiminin oturum ve yurttaşlık verdiğini ancak bunda eli ağır davrandığını belirtiyor. Ahmet, bu durumu yeni Kürt göçlerinden duyulan kaygıya bağlıyor. Bölge yönetiminin bu tutumu hukuk ve insan hakları açısından büyük bir haksızlık olarak değerlendirilse de, yeni göçler ve bekleme konusundaki kaygılar hiç de yersiz değil. Çünkü Kırgızistan'daki Kürtlerin bu bölgeye göçleri halen devam ediyor. Kırgızistan Kürtlerinin sosyal ve ekonomik durumları kötüye doğru giderken, Kazakistan Kürtleri arasında son dönemlerde uğradıkları baskılar nedeniyle her an yeni bir göç dalgasının patlak vermesi bekleniyor. Adıgey Kürtleri ise göçlerin yeni sorunlara yol açmasından kaygılı. Çünkü bölge yönetimi daha önce yeni göçlerin olmaması için uyarılarda bulunmuş. Aslında göçler konusunda yasal yollar da var. Örneğin Rus devleti eski Sovyet coğrafyasında yaşayan insanların Rusça bilme koşuluyla Rusya'nın belli bölgelerine göç etmesine izin veriyor, hatta bunu teşvik ediyor. Ancak Kürtler tuhaf bir biçimde, devlet yasaları ve planlarından bağımsız hareket etmeyi seçiyorlar. KRASNADAR - ANF RAHMİ YAĞMUR

Susan George: ABD için Avrupa'nın önemi kalmadı

  Murat Aktaş-ANF/Avrupa'daki en önemli muhalif hareketlerden ATTAC'ın da kurucularından olan Amerikalı politolog Susan George, yaklaşmakta olan Amerika'daki seçimleri ve ABD dışpolitikasını ANF'ye değerlendirdi. Seçimleri kim kazanırsa kazansın ABD'nin Ortadoğu politikası ve İsrail ile ilişkilerinin değişmeyeceğini belirten Susan George, Avrupa'nın ABD için artık önemi kalmadığını söyledi ve, 'Bugün onlar için Kazakistan Avrupa'dan daha önemli' dedi. Amerika'da Hıristiyan fundamentelistlerin endişe verici boyutta arttığını söyleyen Susan George, özellikle bu kesimlerin cumhuriyetçileri desteklediğine dikkat çekti. 'Ortadoğu'daki mevcut duruma baktığımızda seçimleri kim kazanırsa kazansın Türkiye'nin ABD'nin stratejik bir müttefiki olarak kalacağını söyleyebiliriz. Türkiye'de çok uzun yıllardır büyük zorluklar yaşayan, seslerini duyurmaya çalışan Kürtlerin durumuna baktığımızda, bunu çok açık görüyoruz' yorumunda bulunan George ANF'nin sorularını yanıtladı. Öncelikle ABD'deki adayları nasıl değerlendiriyorsunuz? Demokrat Parti'de sanırım Hillary Clinton ile Barack Obama arasında geçek. Amerikalılar daha çok kendilerini adayların profili ile ifade ediyorlar, politik olarak ne söyledikleri ile değil. Tabi ki siyasi tartışmalar yürütülüyor ama bu çok da belirleyici değil. Örneğin Barack Obama Irak savaşına karşı olduğunu söyledi ama aynı zamanda Pakistan Taliban'a yardım ettiği takdirde Pakistan'ı bombalamakta tereddüt etmeyeceğini belirtti. ABD'nin diğer ülkelere müdahale hakkını koruması gerektiğini söyledi. Dolayısıyla eğer söyledikleri doğru ise Hillary Clinton'dan gerçekten pek bir farkı yok. Edvards'dan konuşmaya gerek yok sanırım. Çünkü parası yok ve erken eleneceğini düşünüyorum. Cumhuriyetçilere baktığımızda McCaine'in tamamen neo-konservativlere entegre olduğunu görüyoruz. Kendine danışman olarak aldığı insanlar İran'a bir müdahale veya sıkı baskıdan yanalar. McCaine'nin kendisinin karar veremeyeceğini ve bunlara uyup hareket edeceğini söylemek belki doğru olmaz, fakat neticede kendisine danışman olarak bu tür insanları seçti. Bir milyarder olan Romney'e baktığımızda ise çok parası var ama dış politikaya fazla vurgu yapmadığını görüyoruz. O'nun hakkında bir teşhis koymak zor. Birçok insan onun zenginliğinden rahatsız, çünkü seçim kampanyası için çok büyük paralar harcadı ve muhtemelen daha büyük paralar harcayacak. Mike Huckabee ise kreasyonizme inanan bir din adamı. Daha net konuşmak için 5 Şubat'ı beklemek gerekiyor. Bush ülkeyi iflasa sürükledi Mevcut durumu Demokratlar ve Cumhuriyetçiler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Bence Bush'un ülkeyi çok berbat bir duruma sürüklemiş olmasına rağmen mevcut durum yine de Cumhuriyetçiler için avantajlı bir konjonktür oluşturuyor. Ülke berbat bir durumda, ekonomi dibe vurmuş ancak buna rağmen mevcut durumda yine de Cumhuriyetçiler kesin olarak kaybedecek gibi görünmüyor. Eğer demokratların adayı tecrübeli bir beyaz politikacı olmuş olsa idi örneğin Hillary değil de Bill Clinton olmuş olsa idi Bill Clinton kazanacak derdim. Ama mevcut durumda bunu söylemek zor. McCaine'in çok avantajlı olduğunu ve ülkenin sağa çok fazla kaydığını söyleyebilirim. Cumhuriyetçilerin Bush yönetimi ile yaptıkları bütün hatalara, bütün aptallıklara, hatta suçlara rağmen hala Cumhuriyetçilerin saf dışı bırakılacağını söyleyemiyoruz. ABD'lilerin hala bir kadına ya da bir siyaha oy vermeye hazır olmadığını mı düşünüyorsunuz? Anketlerde insanların çoğu Obama ve Clinton'a oy vereceğini söylüyor. Ancak oy verme zamanı geldiğinde bir kadına veya bir siyaha oy vermeyecek çok insan var. Ama tespit için daha erken. Cumhuriyetçiler ve Demokratların sol kanadı Hillary Clinton'dan nefret ediyorlar. Nasıl oy verecekler ona göreceğiz. Ben şahsen Hillary Clinton için oy vermeyi arzu etmiyorum. Ben bir solcuyum. Obama siyah olmaktan uzak biri. Köle bir aileden gelmiyor. Kenya'dan gelen Amerikan mitine uygun başarmış bir göçmen babanın ve Kansaslı beyaz bir kadının oğlu. Bu siyahlar arasında onun için avantaj oluşturabilir ama bazıları için de tersi bir durum yaratabilir. Obama'nın Aiova ve Vermont'daki zaferi çok önemli çünkü bu bölgeler çok az siyah yaşıyor. New Hampshire kuzey doğuda kökeninde 13 sömürge devletlerden biri ve çok daha liberal bir bölge. Bu bölgede insanlar düşünce bağımsızlıkları ile özgürlükleri ile gurur duyarlar. Bu eski devletlerden biri ve daha çok birtakım zorluklar yaşamış küçük çiftlik sahipleri yaşıyor. Bunlar çok rahat Obama'ya oy verebililer. Ancak Güneye ve büyük batıya vardığımızda insanlar bir siyaha oy vermeyi red edebilirler. Bazı potikacılar ve stratejistler ABD'de seçimleri kim kazanırsa kazansın ABD'nin dış politikasında önemli bir değişiklik yaşanmayacağını söylüyor bu doğru mu sizce? Evet katılıyorum buna. Bakın Amerikalılar birçok stratejik ülkeyi ve Dünya Bankası gibi bir çok önemli yeri işgal ettiler ve askeri araçlarına çok çok fazla yatırım yaptılar. Ve bu askeri aracın dışında daha büyük bir güçleri yok. Birçok ülkeyi kendi çıkarlarına uygun bir şekilde çok çok fazla etkileyecek bir durumdalar. Örneğin Mısır'ı telefonla arayıp yardımı kesmekle tehdit ettiklerinde Mısır onların her istediğini yapmak zorunda kalacak. Kaba olarak bu böyle. Kim ne derse desin Irak bir çok insan tarafından ilerleme kaydedilmiş bir üs olarak görülüyor. Amerikalılar daha ziyade Avrupa'yı terk ederek üslerini güçlendiriyorlar. Amaçları her ne olursa olsun üslerini güçlendirerek petrol rezervlerini sağlama almaya yönelik. Tabi bütün bunlar bedava değil. Petrol akışının istedikleri gibi sağlanmasını kontrol etmek ve egemenliklerini kurmak kendileri için önemli bir olay. Dolayısıyla Cumhuriyetçi olsun demokrat olsun kim gelirse gelsin Amerikalılar bu çıkarlarını öyle terk edip gidecek değiller. Oraya çok büyük bir stratejik yatırım yaptılar. Kürtlerle ABD'li sağcılar ilgileniyor Yani demokratlar kazansa bile ABD'nin Ortadoğu politikasında, örneğin İsrail-Filistin sorununda büyük bir değişiklik göremeyeceğiz diyorsunuz? İsrail-Filistin sorununda belki, ama dikkat etmemiz gereken bir şey var her iki parti de İsrail'e çok çok yakınlar. Hillary Clinton hali hazırda İsrail'e yakınlığını gösterdi. Daha önce Cumhuriyetçilerin Yahudi oyu olmadığını sanıyorduk ama bu hiçte öyle değil. Evangelik Hıristiyanlar süper İsrail yandaşlarıdırlar. Hangi parti olursa olsun Yahudi oyları çok kolay taraf değiştiriyor. Bu çok uzun zamandan beri böyle. Dolayısıyla hangi parti kazanırsa kazansın, İsrail yanlısı bir politika izleyeceği açık. Diğer yandan Filistinliler bize yardımcı olmuyorlar. Hamasla Hizbullah arasındaki çatışma ve Filistinliler arasındaki çekişmeler hiç de olgun değil. Maalesef bu böyle. Amerika'da güçlü bir Ermeni lobisi olduğu da biliniyor. Demokratların veya Cumhuriyetçilerin kazanması Ermeni soykırımının tanınması açısından bir değişim getirebilir mi? Ben adayların bu kaygılardan uzak olduğunu düşünüyorum. Eğer Ermeniler seçimlerden sonra kazanan adayı etkilemeyi başarırlarsa soykırımın tanınması için bazı gelişmelerin olmasını sağlayabilirler, ilerletebilirler ama seçim kampanyalarında bunun belirleyici bir şey olmayacağı kesin. Amerikalı Ermeniler bunu gündeme taşıyabilirler ama çok ileri gidilebileceğini tahmin etmiyorum. Çünkü çok çok az Amerikalı bununla ilgileniyor. Buradan ABD ile Türkiye ve Kürdistan ilişkilerine gelirsek, seçimleri kazanacak adaya göre bu ilişkilerde bir değişiklik yaşanması ihtimali var mı? Ortadoğu'daki mevcut duruma baktığımızda seçimleri kim kazanırsa kazansın Türkiye'nin ABD'nin stratejik bir müttefiki olarak kalacağını söyleyebiliriz. Türkiye'de çok uzun yıllardır büyük zorluklar yaşayan, seslerini duyurmaya çalışan Kürtlerin durumuna baktığımızda, bunu çok açık görüyoruz. Bu acı ama durum maalesef böyle. Diğer yandan Kürtlerin durumu ile ABD'de sadece sağcıların ilgilendiğini görüyoruz. O'nun dışında maalesef kimsenin umurunda değil. Kürtlerin durumu ABD politikasında önemli bir ana yol olarak belirmiyor daha ziyade sağcı Amerikalılar Kürtleri destekliyor. Dış politikada realist olan Amerikalı politikacılar Türkiye'ye ayrıcalık tanıyor ve onu dünyanın bu bölgesinde stratejik bir müttefik olarak görüyorlar. Türkiye küçük Asya'ya yönelik anahtar bir ülke konumunda olmaya devam ettiği sürece bu böyle devam edecektir. Bakın, Türkiye-Irak savaşında ABD'ye destek vermeyi red ettiğinde ABD'nin Türkiye'yi gerçekten şu veya bu şekilde cezalandırdığına tanık olmadık. ABD çıkarları gereği bunu sineye çekmeyi tercih etti. ABD çok açık bir şekilde dünyanın gözleri önünde kendisini Irak savaşında desteklemeyen müttefiki Türkleri bir şekilde cezalandırmadıysa bunu Türklerin kendilerine özgün davranışına bağışladı. Çünkü Türklerin kendilerine özgü bir tarzları var. Şimdi ABD için Kazakistan Avrupa'dan daha önemli Peki ABD Avrupa ilişkileri açısından eğer demokratlar kazanırsa bir değişiklik olur mu? Bush döneminde özellikle Fransa ve Almanya ile yaşanan sorunlara tanık olduk? Sarkozy ile bu değişmeye başladı ama ABD'de iktidar değişikliği ile bu daha belirleyici bir hale gelebilir mi? Bence Amerikalılar Avrupa'yı artık daha ziyade hatta sadece turistik bir alan olarak görmeye başladılar. Avrupa turistik bir alana dönüştü. Amerikalılar artık buraya sadece katedrallerini ve müzeleri görmeye geliyorlar. Dünyanın en güzel müzeleri burada bunları görmeye geliyorlar hepsi bu kadar. İster Demokratlar olsun ister Cumhuriyetçiler Amerikalıların Avrupa'dan gittikçe uzaklaştıklarına inanıyorum. Elbette Avrupalıları dostları, hatta neredeyse müttefik gibi görüyor alabilirler ama stratejik bir öncelik teşkil etmiyor kendileri için. ABD'nin Avrupa'da çıkarları neredeyse kalmadı. Üslerini kaydırdılar. Ticari açıdan hala birbirlerinin en büyük partnerleridirler. İş adamları harmonazisyonlarını sürdürüyor. ABD'de ve Avrupa'daki ticari normların her iki taraf için de aynı olması için çalışanlar var ama politik olarak jeopolitik olarak ABD'nin şimdi daha çok hatta çok fazla doğuya yöneldiğini görüyoruz. Çin, Küçük Asya, Kafkasya gibi. Bakın şimdi ABD için artık Kazakistan Avrupa'dan çok daha önemli. Şimdi Ortadoğu'da kendisini meşgul eden artık Rusya ve Çin kaldı. Peki sizce seçim sonuçları ABD'nin İran'a yönelik politikalarında sertleşme ya da gevşeme yaratabilir mi? Elbette cumhuriyetçiler kazandığında çok daha tehlikeli olacaktır. Bu kesin. Amerika'da bir din adamının başkanlığa aday olması ve büyük destek bulması dikkat çekiyor. Çok hızlı bir şekilde sağa kayış yaşandığını söylediniz bunu biraz açar mısınız? Şimdi Amerikalılar incilin yeniden doğuşuna inanıyorlar. Son mücadelenin bir gün iyi ve kötüler arasında olacağına, İsa'nın geri geleceğine ve tanrının kazanacağına inanıyorlar. Ve bu İsa'nın dönüşü olacak. Amerika'da buna inanan 60 milyon insan var. Bu az bir rakam değil neredeyse ülkenin çeyreğini oluşturuyor. Ve İsa'nın dönüşünün gerçekleşmesi için İsrail'in İncil'de belirtilen bütün sınırları işgal etmesi gerekiyor. Bu Filistin'den ve Irak'ın bir parçasından geçiyor. Elbette bunlar Amerikalıların çoğunluğunu oluşturmuyor ama bu finalin Irak'ta olacağını düşünenler var. Final Mezopotamya'da olacak Yani burada kötüler müslümanlar mı? Olabilir. Her halükarda Mezepotamya'da olacak. Ancak bazıları için bu İran'da da olabilir bunu bilemiyorum. Ama her halükarda dünyanın bu bölümünde. İncil'den hareketle böyle düşünenler var. Ve bakın ilginç olan şimdi muhteşem yaygınlıkta kiliseleri radyoları olan bir din adamı var. İsrail'in farklı olduğunu söylüyor çünkü İncil'e göre İsraillilere o toprakları tanrı verdi. Ve bu sonsuza kadar devam edecek. Bu Hıristiyanlar kurumlar aracılığı ile İsraillilere bağışlar yapıyor. Ve yine Rusya'daki ve dünyanın başka bölgelerindeki Yahudilerin İsrail'e gidip yerleşmelerini teşvik etmek için hizmet eden 'exode' adında başka bir proje de var. Çünkü buna göre Yahudilerin İsrail'de güçlü olmaları gerekiyor. Yüz dolar verirseniz bu birinin oraya yerleşmesini sağlayacaktır. Dolayısıyla çılgın bir ideoloji, hatta çılgınlık çağındayız. İsa'nın düşününü söyleyen, bu tür şeylere inananlar için bu dönüş çok ciddi bir olay. Ve bu insanların dörtte üçü Cumhuriyetçilere oy veriyor. O zaman Mike Huckabee kazanırsa nasıl hareket edeceği konusunda bir tahminde bulunabilir misiniz? Şimdi bunların dış politikada nasıl hareket edeceğini tahmin etmek gerçekten zor. Şimdi Hackabee gibi biri kazandığında ne olacağını düşünmek gerçekten tahmin etmek çok çor. Elbette en güçlü aday değil ama bilemeyiz. Fakat bunun ve buna oy verenlerin inandığı şey bu. Nazizm, Hristiyan bir ülkede gelişti ve soykırım yaşandı. Şimdi tarihte Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında yaşanan çelişkiler ortadan kalktı mı? Bunun ortadan kalkıp kalkmadığını bilmiyorum ama 'La pense enchainee' adlı kitabıma aldığım bir anketin sonuçları var. 2004'te yapılan bir anket Amerikalılara yaratılış hikayesinin İncil'de anlatıldığı gibi olup olmadığına inanıyor musunuz, diye sorulduğunda insanların yüzde 60'ı buna inandığını ve bunu İncil'de anlatıldığı gibi gerçekleştiğini söylüyor. Musa'nın suyu yarması ile ilgili sorulan sorulara da yüzde 60'tan fazlası inandığını söylüyor. Başka bir soru da 'Günümüzde yaşayanlar da dahil olmak üzere Yahudilerin İsanın ölümünden sorumlu olduğuna inanıyor musunuz?' sorusuna insanların yüzde 8'i 'evet' diye cevap veriyor. Ve bu anket Mel Gibson'un 'la passiont de christ' filmi gösterime girdiği zaman yapılıyor. Ve din adamlarının büyük bir kısmı 'mutlaka bu filmi görmeye gitmelisiniz, gitmezseniz günah işlersiniz' diyerek insanları teşvik etmiş. Ve insanların çoğu bir çok konuda görüşüne katılmadığım Abraham Fox'un dediği gibi 'İsrail'in, İsa'nın yeryüzüne dönüşünü hazırladığına, başka bir işlevi olmadığına' inanıyor. Ve bazı evangelistler diyor ki 'final savaş olduğunda her Yahudi aşiretinden sadece 12 bin Yahudi kurtulacak.' Çünkü İncil'e göre Yahudilerin Hıristiyanlığa geçmeleri gerekiyor. Ve 12 Yahudi aşireti var. 12 kere 12 bin eşittir: 44 bin Yahudi yapıyor. Ve ötekileri sonsuza kadar yanacaklar vesaire. Dolayısıyla bugün daha az bir antisemitizm mi var diye sorduğunuzda, evet 50 yıl öncesine oranla daha az bir antisemitizm olduğunu söylerim. Yahudiler eskiden her üniversiteye her yere giremiyordu bile, bütün bunlar son 50 yıl içinde çok değişti. Muhalefete çevrecilik üzerinden örgütlenebilir Söylediklerinize baktığımızda tanrının çok güçlü bir şekilde yeniden dönüşünün yaşandığını görüyoruz? Evet kesinlikle ve çok güçlü bir şekilde. Müslümanların funtamentalistleri gibi Hıristiyanların da fundamentalistleri arttı. Bu çok korkunç. Ben bizi bir tek şeyin koruyabileceğine inanıyorum, o da hangi ülkede olursa olsun kilise ve devletin tamamen birbirinden ayrılması gerekiyor. Çünkü din güçlendiğinde, iktidarla birlikte hareket ettiğinde korkunç bir güç haline geldiğini görüyoruz. Ve bu çok trajik bir durum. Dünyanın sonu olarak adlandırılan bir noktanın uyanışı bu. Amerika'nın Atlantik'in öte tarafının kendine göre bir dünyaları olduğunu unutmamak gerekiyor. Hala Amerikalıların büyük bir kısmının Saddam'ın gerçekten nükleer silahları olduğunu ve Bin Ladin'i desteklediğine, onun yakını olduğuna inanıyor. Şimdi seçimlere geri dönersek Cumhuriyetçilerin büyük bir kısmı sürekli Obama'nın diğer bir isminin Hussein olduğunu hatırlatıyorlar ve Obama'nın Saddam Hüseyin ile bir şekilde ilişkisini kurmaya çalışıyorlar. Bu çok komik ama böyle. Çünkü bu insanların hiçbir şekilde eleştiri dünyaları yok. Önemli muhalif hareketlerden biri olan ATTAC'ın kurucularındansınız. Sol ne yapıyor bütün bunların karşısında? Solda durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Solda durum çok kötü maalesef. Ben Amerika'daki neo konservatör ideolojinin Avrupa'ya da geldiğini görüyorum. Bakın Reagan'ın, Bush'un kullandığı araçların aynısını bugün Sarkozy çok iyi kullanıyor. Aynı sebepler aynı etkileri yaratıyor işte. Bakın bugün Fransızlar da kendi çıkarlarına karşı oy kullanıyorlar. Kaldı ki Fransızlar doğalarından eleştirel bir toplum olarak biliniyor. Ama bakın neo konservatizm her yerde gelişiyor. Peki o zaman muhalefet nasıl örgütlenebilir, nasıl gelişebilir? Aslında günümüzde gelişmeye müsait bir muhalefet de var. Bir çok muhalif kurum, kuruluş, sivil toplum örgütü var. Ve bence herkesi bir araya getirebilecek evrensel büyük bir başkaldırı hareketi çevrecilik üzerinden gelişebilir. Bakın dünyayı ne hale getirdik ve neticede hepimiz aynı gemideyiz. Bu alanda yapılacak bilinçli bir aydınlanma muhalefeti büyütüp güçlendirebilir. Susan George kimdir? ATTAC'ın kurucularından olan politolog, yazar Susan George, 1934 yılında ABD'de doğdu. Fransız edebiyatı ve siyasal bilimler öğrenimi gören George, ardından Sorbon'da felse okudu. Paris'teki l'Ecole des Hautes Eetudes en Sciences Sociales'de doktorasını yapan yazar George, küreselleşme karşıtı hareketin öncülerinden biri olarak tanınıyor. ATTAC'ın 1999 ile 2006 yılları arasında başkan yardımcılığını da yapan Susan George, 1990-1995 yıllarında Greenpeace üyeliği de bulunuyor. Suzan George'un : Dünyanın öteki yarısı nasıl ölüyor (Comment meurt l'autre moitié du monde (1976), Boomerang Etkisi (L'effet boomerang (1992), Lugano Raporu (Le Rapport Lugano, 1999), Martin Wolf ile birlikte, Liberal Küreselleşme (La mondialisation libérale 2002), Başka bir dünya mümkündür evet... (Un autre monde est possible si... (2004), Biz Avrupa Halkları, (Nous peuples d'Europe (2005), Zincirlenmiş Düşünce (La pensée enchaînée (2007) gibi kitapları bulunuyor. PARİS - ANF MURAT AKTAŞ

PNA 29-Jan-08 [15:15]-New York Times gazetesi, 2016 yılında ABD’nin süpergüç özelliğini kaybedeceğini yazdı. Bağımsız Kürt devletinin kurulacağını ve bu devletin 20 bin ABD askeri tarafıdan korunacağın yazdı. ABD'de yayın yapan NYT Gazetesine göre, Batı’da Avrupa Birliği, Doğu’da ise Çin dünyanın yeni parlayan yıldızları olacak Gazete, Federal Kürdistan Bölgesinin Bağımsız Kürdistan oalcağını yazdı. New York Times gazetesinin hafta sonları yayınladığı New York Times Magazine dergisi bu hafta kapak konusu olarak ABD’nin çöküşünü seçti. Başkan George Bush döneminde ABD’nin gücünün hiç olmadığı kadar azaldığını belirten dergi, 2016 yılına gelindiğinde süpergüç özelliğini de yitireceğini kaydetti. New York Times’a göre takvimler 2016 yılını gösterdiğinde dünyada şu değişiklikler yaşanacak: Barack Obama, Hillary Clinton ya da John McCain başkanlıklarının ikinci dönemini bitiriyor olacaklar. Ve Amerika dünyada her zamankinden çok daha güçsüz hale gelecek. Yıllar önce Irak’tan çekilmiş olan Amerikan askerlerinin tamamı bağımsız Kürdistan topraklarına konuşlanmış halde olacak. Afganistan’da NATO’nun verdiği mücadele başarıya ulaşacak. İran ise tüm tehditlere rağmen nükleer silahını yapacak ve nükleer ülkeler klübüne katılacak. Doğuda Çin, Tayvan’ı topraklarına katacak denizlerdeki hakimiyetini her geçen gün artıracak. Avrupa Birliği 30’dan fazla üyesi, Kuzey Afrika, Hazar Denizi ve Rusya’dan gelen enerji yolları ve nükleer enerjisiyle önemli bir güç haline gelecek. Amerikan rüyasının yerini Avrupa rüyası alacak. Avrupa Birliği, uydu ülkeleri giderek daha fazla cezbetmeye başlayacak. Çin ise Doğu’da tüm ülkelerin çekim merkezi haline gelecek. Bu bölgede Amerika’nın dostu olan ülkeler Çin ile bir gerginlik yaşamak istemedikleri için Çin’e giderek daha fazla yakınlaşacaklar. Çin ve Rusya’nın liderliğinde Türki cumhuriyetlerin de katılımıyla Doğu’nun NATO’su kurulacak. Rusya ise süpergüç olma iddiasını her geçen yıl biraz daha yitirecek. Sebebi ise nüfusta yaşanan büyük düşüş. Yıl 2025’te Rusya, dev topraklarına rağmen Türkiye kadar nüfusa sahip olacak ve her yıl 500 bin vatandaşını kaybetmenin bedelini siyasi arenada güç kaybıyla ödeyecek. 2O bin ABD askeri "Bağımsız Kürt devletini" koruyacak . ABD Irak'tan çekilecek, ancak 20 bin kadar askerini "bağımsız Kürt devletinde" konuşlandırmaya devam edecek. Bahreyn açıklarında savaş gemisi, Katar'da da hava gücü bulunduracak. Afganistan'da istikrar sağlanacak. İran, nükleer güç sahibi ülkeler arasında yer alacak. Çin, Tayvan'ı topraklarına katacak, Büyük Okyanus kıyılarından Pakistan'ın Gwadar limanına kadarki bölümde deniz hakimiyetini artıracak. AB, üye sayısını 30'a çıkartacak ve Kuzey Afrika, Rusya ve Hazar denizinden petrol ve doğal gaz alacak, nükleer enerji tedarik edecek.

Mahabad Cumhuriyeti 62 yaşında

Mezopotamya'nın yerli halklarından Kürtlerin Osmanlı yönetimi altında çektikleri acılardan sonra ilk cumhuriyet deneyimini 22 Ocak 1946'da yaşadı: Komara Kurdistana Mehabade-Mahabad Kürt Cumhuriyeti. Bu yıl kuruluşunun 62. yıldönümü. Resmi dili Kürtçe, ulusal marşı olarak Koyeli (Köysancak) Şair Dildar'ın 1938'de cezaevinde Sorani şivesiyle yazdığı 'Ey Reqîb'i benimseyen, başkent olarak bugün İran işgali altında bulunan Mahabad'ı seçen Kürt hareketi, cumhurbaşkanlığına da Qazi Muhammed'i getirdi. Cumhuriyet yönetiminin Başbakanı ise Hacı Baba Şeyh oldu. Mahabad, Senendec, Uşnu, Miyandoab gibi kentleri kapsayan cumhuriyetin Bakanlar Kurulu'nda 13 kişi yer aldı. Cumhuriyet SSCB desteğiyle kuruldu. II. Dünya Savaşı'nın kritik zirvelerinden biri SSCB, İngiltere ve ABD tarafından Tahran'da yapılmıştı. İngiltere ile SSCB anlaşmalar gereği İran'ı işgal edecekti. 1941'den sonra işgal senaryoları devreye girdi, bu sürede SSCB Kürtlere yakın durdu, Fars yönetimine karşı Kürt hareketini destekledi. Bu destekle Kadı Muhammed, Kürt kentlerinde cumhuriyet idaresine geçtiklerini ilan etti. 16 Ağustos 1943'te kurulan KOMELA (Komeleye Jineweye Kurdistan) çalışmalar sonucu Mart 1944'te Hevi cemiyetiyle ortak hareket etmek için mutabakat imzaladı. 1944'ün Ağustos sıcağında Dinbanbar Dağı'nda Üçlü Sınır Anlaşması (Peymare Sesinor) imzalandı. Bu sadece İran'da değil diğer ülkelerin zulmü altındaki Kürtlerle de kaynaşma ve dayanışmayı amaçlıyordu. Hedeflenen cumhuriyet için ordu hazırlıkları da Hereki ve Şıkak aşiretleri üyeleri arasından seçilenlerle yapıldı. II. Dünya Savaşı sona ermek üzereyken KOMELA Ekim 1945'te adını değiştirdi: İran Kürdistan Demokrat Partisi (KPD-İ) adını aldı. Savaşın sonuna doğru SSCB ile İngiltere'nin anlaşması hayata geçiriliyordu. Bu çerçevede Kasım 1945'te SSCB Azerileri destekleyerek Azerbaycan Cumhuriyeti'nin kurulmasını sağladı. İran KPD'sine de silah desteği sundu, Irak'taki Kürt aşiretler de cumhuriyetin inşa sürecine katılarak destek verdi. 22 Ocak 1946'ya geldiğinde ağır kış koşulları hüküm sürüyordu. Kışı bahara çevirecek hazırlıklar tamamlanırken, askeri ve siyasi destek alan İran KDP'si Mahabad'ın Çarçıra Meydanı'nda (Dört Işık Meydanı) cumhuriyetin kuruluşunu ilan etti. Böylece 21 Mart 1946 Newroz'unu halk bağımsız olarak kutlayacaktı. Cumhuriyet meydanı sarı-kırmızı-yeşil bayraklarla dolduran Kürtlerin sevinç dalgası arasında filizlenmişti. Bölgede artık iki cumhuriyet vardı: Azerbaycan ve Kürdistan. 'Şu anda Özerk Kürdistan Cumhuriyeti kurulmuştur' diye kitleye seslenen Qazi Muhammed, Sovyetler yönetimine teşekkürlerini de sundu. Azerbaycan ve Kürdistan 3 Mayıs 1946'ta bir barış anlaşmasına imza attılar. Ancak bu uzun sürmedi, diplomasi trafiği farklı mecralarda akarken, SSCB İngiliz denetimindeki İranlı yöneticilerle anlaştı. Bu kapsamda 9 Mayıs'ta İran topraklarından çekildi. Bunu fırsat bilen İran Şahlığı 17 Aralık'ta orduyu Kürt kentlerine gönderdi. Kürt kentlerini işgal eden İran Ordusu, Mahabad Cumhuriyeti'ne son verdi. Bağımsızlık 330 gün sürerken, liderler gözaltına alındı ve 31 Mart 1947'de Cumhurbaşkanı Qazi Muhammed, Başbakan Hacı Baba Şeyh ve Savunma Bakanı Muhammed Hüseyin Han Seyfi Kadı, Qazi Muhammed'in kardeşi Sadri Qazi, amcasının oğlu Seyfi Qazi Çarçıra Meydanı'nda gizlice asıldı. Mahabad Kürdistan Cumhuriyeti Kürtlerin Paris Komünü'ydü adeta. Fransa kraliyet ailesiyle Alman İmparatoru Bismarc'ın acımasızca dağıttığı komün sonrası binlerce kişi katledilmişti. Mahabad Cumhuriyeti de dağıtıldıktan sonra Kürtleri bulundukları ülkelerde kılıç, tank, uçak, kimyasal silahlar bekliyordu. Yüzbinlerce Kürt 21. yüzyıla yakışmayacak şekilde katledilmeye devam ederken, Kürtlerin mücadele ateşinin söndürülememesi zorba iktidarları çaresizliğe sürüklüyor. Tarih de gösterdi ki ne zaman olursa olsun Irak'ta Baas rejiminde, Saddam Hüseyin diktatörlüğünde olduğu gibi yaşamı halklara zından edenlerin sonu hüsranla noktalanıyor.

Karayılan: Gabar'da İsrail parmağı var!

16:11 Başta Gabar ve Bestler çatışmaları olmak üzere birçok gerillanın yaşamını yitirmesinde İsrail'in belirleyici rol oynadığını belirten Koma Civaken Kurdistan (KCK) Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan İsrail'i sert bir dille uyardı ve 'Bu konudaki sözlerim tehdit gibi, boş laf gibi anlaşılmasın. Hayır, biz çok ciddiyiz' dedi. Murat Karayılan, Türkiye'de yapılan Ergenekon operasyonu, İsrail'in gerillaya karşı Türkiye'ye verdiği teknik destek, AKPM'nin terör listesini illegal olarak kabul etmesi ve CPT'nin neden Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın sağlığına ilişkin raporu açıklamadığını ANF'ye değerlendirdi. Ergenekon Operasyonuna derin devlet karar verdi Türkiye'de son olarak Ergenekon operasyon yapıldı, onlarca kişi gözaltına alındı ve bunların birçok saldırıyı düzenleyerek PKK'ye mal ettikleri ortaya çıktı. Bu derin devletin ve çetelerin ortaya çıkarılmasına yönelik bir operasyonu olarak ele alınabilir mi? Öncelikle şunu belirteyim, Ergenekon çetesinin tüm yapısına yönelik olmasa da en azından yönetim kademesine dönük bir operasyonun başlatılması olumlu bir adımdır. En azından yapacakları bir sürü cinayetler vardı, onların önüne geçilmiştir. Bu açıdan olumlu bir şeydir. Fakat bu öyle çok fazla ileriye gidecek, devlet içerisindeki çeteci yapılanmayı ortadan kaldıracak bir yönelim de değildir. Türk basınında çokça işlendiği gibi derin devlete karşı bir operasyon değil, tersine derin devletin kontrolü dışına çıkmış bazı birimlerin üzerine gitme operasyonudur. Bu tür bir operasyona AKP hükümetinin ve başbakanın karar alacağı bir gücü ve yetkisi yoktur. Bu operasyona derin devlet karar vermiştir. Muhtemelen bunlar kontrol dışına çıktı. Artık yapacaklarını yaptılar, devre dışı edilmesi gerekiyordu. Veli Küçük vb. isimler derin devletin sırtında birer kambur gibi duruyordu. Kürdistan'da işlediği binlerce cinayet vardır. Faili meçhul adı altında öldürülmüş yüzlerce Kürt iş adamı, esnafı, memuru ve aydını vardır. Bunların hepsi açığa çıkarılacak mı? Hayır. Çünkü Veli Küçük de sonuçta bir emir eridir. Açığa çıkarmak için daha yukarılara uzanmak geriyor. Bunun için de Türkiye'nin daha derinlikli bir tutuma ve kendi kendisiyle yüzleşmesine ihtiyacı vardır. Şimdiki operasyonla daha çok bunların etki gücünü kıracaklar. Belki de bazılarını hizaya çekecekler. Yani eğer öyle olmasaydı bu Ergenekon çetesi denilen çete öyle on üç kişiden ibaret değildir. Bunun yüzlerce kadrosu var, silahlı eğitim görmüş, militanları vardır. Bu operasyonla bir nevi yönetimi görevden alınmış oluyor, el konmuş oluyor. Yönetim kontrol dışına çıkmıştır, dinlemezlik pozisyonuna düşmüştür. Bu yönetimin cezalandırılmasıdır. Yoksa devletin bünyesinde bu çeteci yapılanmaların temizlenmesine dönüşmüş olsaydı bu elbette ki bu Türkiye'de çok önemli bir olay olurdu, devrimsel bir özelliği olurdu. Çünkü Türkiye'de ta Osmanlı'dan İttihat Terakki döneminden bu yana Teşkilat-ı Mahsusa'dan itibaren devlet içinde gizli örgütlenmelerin olduğu bir gerçektir. NATO'da kontrgerilla ve gladyo diye adlandırıldı. Bir NATO ülkesi olarak Türkiye'de de Teşkilat-i Mahsusa'dan başlayarak, kontrgerilla, gladyo biçiminde örgütlenmeler vardır ve bu Ergenekon çetesi de bu örgütlenmelerin bir koludur. Kürt sorunu çözülmediği sürece bu çeteler varlığını sürdürecek Herkes şunu bilmelidir ki, Kürt sorunu çözülmediği sürece bu tür çeteler de varlığını sürdürecektir. Çünkü öteden beri Türk devleti Kürt özgürlük hareketine karşı rutin dışı dedikleri gayri resmi savaş yöntemleriyle savaşmayı meşru görmüştür. Eğer gerçekten çetelerin tasfiyesi olursa bu Türkiye'de çok önemli bir şeffaflaşma anlamına gelecektir. Ama bunun böyle olmadığı bellidir. Çünkü daha dün Şemdinli'de halkımız bu tür faaliyetlerin başka kolu olan mensuplarını yakaladı ve devlet onları bıraktı. Bu hükümetin ve genelkurmayın denetiminde bu tür çetelerin korunduğu açıktır. Bugün gladyo tipi örgütlenmenin deşifre olmuş ve kontrol dışına çıkmış bir birimi olarak gelen bu çeteci yapılanmanın tasfiyesi, derin devletin ortadan kaldırılması anlamına gelmiyor. Öyle bir operasyon değildir. Tersine derin devlete biraz daha çeki-düzen verme operasyonudur. Bunu böyle anlamak gerekiyor ve yine derin devletin bir kararıdır. Fakat cinayetlerin önüne geçmiştir. Tabii şimdiye kadar birçok provokasyon yaptılar, eğer yakalanmasalardı daha fazla da yapacaklarmış. Bunun önüne geçilmesinden dolayı olumludur ama yönelimin nasıl gideceği daha belli olmamakla birlikte kanaat olarak belirtiyorum ki öyle daha fazla derinleştirilmez. Sistemin bünyesindeki çeteci yapılanmaların tasfiyesiyle sonuçlanacak bir operasyon değildir. Bunun için daha köklü demokratik devrimsel bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Böyle bir tutum da mevcut siyasal irade de gözükmemektedir. O daha çok uzlaşma yöntemini, orta yolu bulma tarzını esas alıyor. Dolayısıyla bu iktidar denetiminde tür yapılanmaların temizlenmesi gibi bir şey söz konusu olmayacaktır. Erdoğan ve Gül'ün El-Kaide ile düşünsel akrabalığı var El Kaide olduğu iddia edilen gruba yönelik operasyon gerçekleşti. Bush-Erdoğan görüşmesi sonrası bu operasyonları nasıl değerlendirmek gerekiyor? El-Kaide'ye yönelik bir takım operasyonların olduğu basına yansıtılıyor. Ama bunun gerçekten ne kadar bir yönelim olup, olmadığını bilmiyoruz. Türk devleti bilinçli biraz abartarak yansıtıyor. ABD ile bize karşı bir konseptte uzlaşmasına karşılık olarak, bu bir mesajdır. Ama aynı zamanda bu yapılanmalara göz yumduğu da açığa çıkmaktadır. Özrü kabahatinden büyük, derler ya böyle bir durum açığa çıkıyor. Aslında bu tür yapılanmalara şimdiye kadar belli bir yumuşak yaklaşımın olduğu açık görülmektedir. Zaten mevcut başbakan ve cumhurbaşkanının El-Kaide ile bir tür düşünsel akrabalıkları vardır. Geçmişte, daha önceki zamanlarda tanışmışlıkları da vardır, bunu biliyoruz. Dolayısıyla şimdiye kadar biraz sıcak bir yaklaşım vardı. Hamas'la resmi ilişki kuran, Hizbullahla resmi ilişkisi olan bir hükümetin El-Kaide ile de sıcak bir tutumu olması doğaldır. Bunu çok yadırgamıyorum ama burada çok aşırı pazarlamacı ve hesapçı bir politika söz konusudur. Sözüm ona Amerika'yı bize karşı daha fazla aktifleştirmek için kendi içindeki bazı El-Kaide birimlerine yönelik de operasyonlar geliştirmektedir. Ama bunlar ne kadar esasıdır, o ayrı bir konudur. Ben mevcut AKP hükümetinin El-Kaide'yi stratejik bir biçimde bitirme tarzında bir yönelim içerisine gireceğini sanmıyorum. Daha çok mesaj nitelikli bir takım yönelimleri yapabilir ve El-Kaide'ye 'bizim ülkemizi kullanmayın' diyebilirler. Zaten bu yönelim hem Amerika'ya 'ben seninleyim' hem de El-Kaide'ye 'ülkemi çok kullanmayın' anlamında bir mesajdır. Fakat içinde ciddi anlamda politik hesap vardır. Kuşkusuz bu hesapları ABD ile Kürt özgürlük hareketine karşı yaptıkları ittifakın bir karşılığı gibi gösterilmek istenmektedir. Ama ben bu konuda AKP'nin belirttiğim gibi samimi yaklaşacağını pek düşünmüyorum. İsrail'e yönelik bir uyarınız oldu. KCK açıklamasında teknik destek sunulduğu ifade ediliyor. Bunu biraz açabilir misiniz, İsrail Türkiye'ye nasıl destek veriyor? Bu İsrail'e karşı nasıl bir tavır almanıza yol açabilir? Bildiğiniz gibi İsrail'in Türkiye ile ilişkileri eskiye dayanmaktadır. İlk kez Erbakan'ın başbakan olduğu 96 yılının sonlarında Türkiye ile İsrail arasında askeri bir anlaşma imzalanmıştı. O temelde Türk pilotlarının eğitimi, kobra helikopterlerinin kullanım tarzı vb. konularda, yine Türkiye uçaklarının restorasyonu konularında anlaşmalar yaptılar. Yine Önderliğimizin esaretinde İsrail'in rolü vardı. Hatta Berlin'de üç yurtseverin İsrail konsolosluğunda öldürülmesi durumu da vardı. Biz o zaman bu konuda sert açıklamalar yaptık ve süreç değişmeseydi bir takım yönelimler de olabilirdi. Ancak Önderliğimizin yeni bir süreci başlatması çerçevesinde hareketimizin yaşadığı köklü değişim-dönüşüm temelinde ne Amerika'ya, ne İsrail'e yani Önderliğimizi esir alan o güçlere herhangi bir düşmanlık gütmedik. Yine bunlara karşı herhangi zarar verici davranışımız olmadı. Gabar ve Bestler'de İsrail parmağı Şimdi İsrail de Ortadoğu'da kabul görmeyen bir devlet. Çepeçevre kuşatılmış durumda olan bir devlettir. İsrail için zorlayıcı olan bu bölge sistemi Kürt halkını da yok sayan bir sistemdir. Kürt halkının inkarına dayanan bir sistemdir. Bu nedenden dolayı aslında İsrail Kürtlerle de ilgili olmuştur. Bu bir gerçektir. Güney Kürdistan'la da ilişkisi olduğu bilinmektedir. Ama buna rağmen Türkiye ile askeri ilişkisini bu yıl içerisinde tazelemiştir. Biz İsrail'in Türkiye ile çıkarları doğrultusunda ilişkiler geliştirmesine bir şey demeyiz, buna karşı da değiliz. Fakat İsrail'in Türkiye'nin kullandığı silahların daha öldürücü olmasını sağlayacak bir halkada rol oynaması, Kürt gençlerinin kanının dökülmesinde ortak olması konusu çok önemlidir. Mesela keşif yaptırıyor. Gabar'da bir çok arkadaşımız bu temelde şehit edilmiştir. Yine Bestlerde şehit edilmiştir. Batman'a uzman bir ekip yerleştirmiş. Bu uzman ekibin kullandığı Heron keşif uçakları var. Bu uçakların Türkiye tarafından İsrail'den kiralandığı belirtiliyor. Türkiye sipariş vermiş, yakın bir zamanda da on tanesi İsrail tarafından Türkiye'ye satacak. Bu durumda Kürdistan üzerinde hem kuzeyde hem de güneyde keşif yapan insansız uçakları kullanan İsrail'in uzman pilotlardır. Bu uzman pilotlar aynı zamanda Türkiye'deki pilotları da eğitmektedir. Söz konusu Heron uçaklarını da Türkiye'ye vereceklerdir. Yine birçok açıdan Türkiye'ye taktik ve teknik destek sunmaktadır. İsrail'e karşı çok ciddiyiz Bizim bu konudaki yaklaşımımız şudur, yani İsrail Kürt gerillalarının tasfiye ve imha edilmesi amacıyla hem Türkiye'nin savaş teknolojisinin geliştirilmesinde hem de keşiflerin yapılmasında rol sahibidir. Bu yıl içerisinde çok sayıda militanımızın şehit edilmesinde İsrail devletinin belirleyici rolü olmuştur. Önümüzdeki ay İsrail Savunma Bakanı Barak Türkiye'ye gelecek. Muhtemelen Türkiye ile daha ileri düzeyde askeri anlaşmalar yapmak isteyeceklerdir. Eğer İsrail Kürt halkına karşı Türkiye ile bu denli askeri ittifaklara girerse o zaman Kürtler de biz ne yapabiliriz, şeklinde oturup konuşur. Yeryüzünün her tarafında Yahudilerin olduğu gibi, Kürtler de vardır. Israrlı bir biçimde Kürt gençlerini öldürmek için özel çaba sergileyen, Türkiye'ye özel teknikler sunan bu devlet anlayışına karşı biz Kürtler ne yapmalıyız, diye tartışmak zorundayız. Bu konudaki sözlerim tehdit gibi, boş laf gibi anlaşılmasın. Hayır, biz çok ciddiyiz. Biz Ortadoğu bölgesinde İsrail'in de devlet olarak var olma hakkının olduğuna inanıyoruz, Yahudi halkının bölgedeki varlığı bir gerçekliktir. Ama aynı biçimde Kürtlerin de bir toplum olarak tüm ulusal haklarına kavuşması gerektiğine inanıyoruz. İsrail'in de buna inanması lazım. Dolayısıyla bölgedeki mevcut statükocu sistemin değişmesinden yanayız. Çok ilginç bir şeydir, bir taraftan İran ile Türk ordusu ittifak yaparak, bizim arkadaşlarımızı şehit etmekte, İran devleti arkadaşlarımızı idam etmekte, öbür taraftan İsrail uzman ekipleri aynı Türk ordusunun yanında konumlanmakta onlar da bizim arkadaşlarımızın şehit edilmesi için ha bire çaba sarf etmektedirler. Bu çok ciddi bir paradokstur. Buradaki pragmatizm, çıkarcılık bütün gerçekleri karmakarışık hale getirmiştir. Kim kimden yanadır, kim kime karşıdır, tamamen çıkara dayalı gelişmektedir. Bunun için de birbirine karışmıştır. Biz bunun için İsrail devletinin bu tür şeylerden vazgeçmesini istiyoruz. Kürt halkına düşmanlık yapmasını istemiyoruz. Eğer Kürt halkına karşı böyle düşmanlık yapmada ısrar ederse o zaman Kürt halkının da onlara karşı yapacağı şeyler vardır ve biz bunu tartışacağız. Ama evvela biz bunun politik-diplomatik yollarını arayacağız. İsrail devletinin bunu düşünmesi gerekiyor. İsrail böyle devam ederse zarar görür İsrail, Türkiye, İran ve Suriye tarafından yok edilmek istenen Kürt özgürlük gerillalarına karşı ne diye Türkiye ile aynı mevzide savaşmaktadır? Bunu kendi halkına da bize de açıklasınlar. Açıklayamaz, çünkü bunun bir mantığı yoktur. Dolayısıyla bu konuda artık sorunun ciddi bir noktaya geldiğinin görülmesi gerektiğini söylüyoruz. Kürt halkı tarafından bunun kabul edilmeyeceğini bilmeleri gerekiyor. Kürt halkı da bölgenin en eski halkıdır. Hz. İbrahim'in çıkış yeri neresidir, Kürdistan değil midir? Ben Urfalıyım. Hz. İbrahim Urfa'dan çıkmıştır. Bölgenin en eski halkı olan bir halkın bugün dili, kültürü yok edilmektedir ve İsrail de gelip bu yok edilme sürecine en aktif bir biçimde katılmaktadır. Biz bunun yapılmaması gerektiğini, bunda kendilerinin çıkarının olmadığını, bunda ısrar ederlerse kendilerinin de zarar edeceklerini onlar tarafından bilinmesini istiyoruz. Biz bunu resmi açıklamayla da ifade ettik. Bizim bu ifademiz öyle kuru, basit, tehdit değildir, ciddi bir konudur. Halklar arası sorunların çözümünde bir anlayış meselesidir. Biz İsrail devletinin bu politikasını gözden geçirmesini ve Kürt halkına düşmanlık anlamına gelen bu siyasetinden vazgeçmesini istiyoruz. Diyarbakır bu 'ukalalara' dersini vermeli Yerel seçimlerde Erdoğan'ın gözünün Diyarbakır'da olduğu artık bir sır değil. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce böyle bir tehlike var mı? Bu Erdoğan'ın işi değildir. Erdoğan'ın sarf ettiği o sözler özel savaşın Kürt özgürlük hareketini bitirme projesinin temel maddelerinden birisidir. Erdoğan büyük ihtimalle oradan çalarak ifade etmektedir. Bugün Kürt özgürlük hareketine karşı geliştirilen yok etme konseptinin temel amacı Kürt silahlı güçlerini ezmek, siyasal planda da Kürt özgürlük hareketini daraltarak, marjinalleştirmektir. Bu çerçevede öncelikle başta Diyarbakır olmak üzere belli başlı il belediyelerini almak ve genel olarak yerel yönetimlerden Kürt özgürlük hareketini uzaklaştırmaktır. Bu özel savaşın bir planıdır. Şimdi AKP bu özel savaşın koordinatörlüğüne soyunmuş bir parti ve hükümettir. Bugün Kürdistan'da özel savaşın uygulama gücü AKP'dir. Eğer bu açıdan düşünülürse Erdoğan'ın söylediğine bir anlam vermek mümkündür. Yoksa öyle AKP olarak kendi gücüyle Diyarbakır'ı alacakmış, öyle bir şey yok. Devlet olarak 'biz o kaleyi düşüreceğiz, zapt edeceğiz, Kürt iradesini ezeceğiz' diyorlar. Bu bir ezme hareketidir. Biz Kürtler olarak buna karşı tabii ki direneceğiz. Direnmek ne demektir? Önce örgütlenmek gerekiyor. Önce bilgilenmek, bilinçlendirmek gerekiyor. Özellikle Kürt siyasetçilerin, tüm kadroların, tüm yurtseverlerin başbakanın bu sözünü doğru anlaması gerektiğini söylemek istiyorum. Bu bir hedef belirlemesidir. O zaman Kürt yurtsever demokratik siyaseti de buna karşı çok geniş bir yelpazede güçlü bir çalışma yürütmeli, bilinçlenme, örgütleme faaliyetlerini şimdiden geliştirmelidir. Halkımızın öyle üç-beş kuruşla, öyle birkaç makarna torbasıyla, birkaç kilo etle satın alınabilecek bir halk olmadığını bu ukalalara göstermesi gerekiyor. Burada bir halkın iradesi vardır. Kökeni tarihin derinliklerine dayanan bir halk gerçekliği var, bir halkın iradesi var. Bu iradeye karşı saygısızlık yapanlara haddini bildirmek gerekiyor. Bunu siyasal demokratik yollarla Kürt halkı bildirmelidir. O açıdan çok güçlü ve kapsamlı bir çalışma yapmak lazım. Çalışmanın amacı Diyarbakır'ı savunmak değil, Diyarbakır zaten bizimdir, diğer illeri de almaktır. Yani Kürt siyasal demokratik zeminin hedefi mevcut belediyeleri ikiye katlamaktır. AKP'nin sonu çiller gibi olur Savunma değil, o zaten bizimdir. Orada elbette ki güçlü örgütlenmek, daha fazla öze dönüşü sağlamak, sahte, aldatan, para-pulla sonuç almak isteyen, hele hele halkımızın dini duygularını sömürmek isteyen bu çıkarcı tüccarlara gereken cevabı halkımızın vermesini sağlatmak gerekiyor. Bunun için burada örgütlenmeyi sürdürmek lazım. Ama bizim hedefimiz buralarla sınırlı kalmak değil, artık Kürt sorunu uluslar arası bir sorun olarak daha fazla dünya gündemindedir, bugün daha fazla neyin-ne olduğu anlaşılmıştır. Tüm Kürtlerin kendisine gelmesi gerekmektedir. Buna dönük olarak Kürt siyasal hareketinin bütün kadrolarının hedefi doğru belirlemeleri gerekiyor. Belirttiğim gibi belediye hedeflerini en azından ikiye katlamayı, birçok ili almayı, böylece bu AKP saygısızlığına gereken cevabı vermeyi önüne hedef olarak koyması gerekmektedir. Görülüyor ki AKP kendi geleceğini aynı Tansu Çiller gibi Kürt özgürlük hareketini boğma ve yok etmeye bağlamıştır. Bunun için Kürt halkına karşı sonuna kadar savaşacak ve böylece devleti tümüyle ele geçirmeye çalışacaktır. Fakat halkımızın gereken cevabı vermesiyle birlikte akıbetinin DYP ve Tansu Çiller'inkine benzeyeceği kesindir. Amed gibi yurtseverliğin kalesi olan bir şehirde de hiçbir zaman sonuç alacağını düşünmüyoruz. Sorun o değil, sorun Kürt iradesini ezme hareketi karşısında Kürt özgürlük hareketinin de bir hamle yapması ve yerel yönetimler düzeyinde kendisini ikiye katlaması hedefine kilitlenmedir. Terör listesi çıkarlara dayalı Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi AB terör listesini siyasi mülahazalarla yapılmış illegal liste olarak ilan etti. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz? Kararın geniş çerçevesini bilmemekle birlikte çok yerinde ve doğru bir tespitin yapılmış olduğunu düşünüyorum. Listeye dâhil edilmiş olan diğer örgütleri çok bilemem ama bizim listeye dâhil edilmemiz gerçek anlamda bir skandaldır. Biz silahlı mücadeleyi meşru savunma anlamında geliştirmiş bir hareket idik. Bu 1984'ten 99'a kadar süren bir süreçtir. 2 Ağustos 99'dan itibaren biz silahlı mücadeleyi bıraktığımızı uluslar arası kamuoyuna deklare ettik. O tarihten 2004'e tarafımızdan kadar tek bir mermi sıkılmamıştır. Silahlı mücadelenin bırakıldığı ve bir biçimde silahların devre dışı edilme çabalarının gösterildiği bir aşamada Avrupa Birliğinin 2002'de PKK'yi, daha sonra da 2004'te Kongra Gel'i terör listesine dâhil etmiş olması tamamen politik, ekonomik çıkarlara dayalı olarak alınan bir karardır. ABD'nin baskısı temelinde gelişmiş bir durumdur. O zamanlar ABD, Irak'a müdahale planı çerçevesinde hazırlık yapmaktaydı. Türkiye'nin de kendisiyle birlikte hareket edeceğini düşünerek, Türkiye'nin istemi doğrultusunda hareketimizin terör listesine alınmasını büyük bir baskıyla Avrupa'ya dayattı, Avrupa da bunu kabul etti. Biz o zamanlar kabul edilmemesi için çeşitli politik çalışmalar da yürüttük ve bu dediğim süreci bizzat gözlemledik. Hatta bazı ülkeler 'biz yapmak zorundayız' dediler. Avrupa Birliğinin bu kararından cesaret alan Türk devleti Kürt sorununun çözümüne ilişkin daha önceden düşündüğü bir takım adımlardan vazgeçti. Eğer bugün tekrardan silahlı çatışma durumu söz konusuysa bunda Avrupa Birliği'nin 2002 yılında hareketimizi terör listesine almasının rolü çok büyüktür. Bir kez daha altını çiziyorum, eğer bugün sorun çözülmemiş ve tekrardan silahlı çatışma düzeyine varmışsa bunda Avrupa Birliği'nin PKK'yi terör listesine almasının çok belirgin bir rolü vardır. Çünkü öncesinde Türk devleti hayırhah biçimde yaklaşıyordu. Muhtemelen çözüm projeleri gündeme gelebilirdi. Ancak 2001'deki 11 Eylül olayları, ABD'nin dünya çapında 'ben terörizme karşı üçüncü dünya savaşı ilan ediyorum' çıkışı, ardından Avrupa'nın hareketimizi terör listesine almasıyla Türkiye de 'nasıl olsa Avrupa, Amerika PKK'yi tasfiye edecek, ben bu sorunu neden çözeyim ki, ben de daha fazla terörize edeyim' biçiminde bir yaklaşımı benimsedi. 2003 yılından itibaren güçlerimiz ateşkes pozisyonundayken Türk ordusunun saldırıları başladı ve saldırı üstüne saldırı gelişince biz de 2004'te zorunlu bir biçimde sadece ve sadece meşru savunma çizgisi temelinde kendimizi savunma kararı aldık. Yoksa daha 2002'de ya da 2003'te sorun çözülebilirdi. Türkiye ile aramızdaki sorunun çözülmesini engelleyen Avrupa Birliği'nin o kararıdır. Bunun için AB'nin Kürt sorununun bu düzeye varmasında sadece Lozan'daki anlaşma karşısındaki sorumluluğu ile değil, güncel politikası açısından da bir sorumluluğu vardır. O zaman kendi politik ve ekonomik çabalarına dayanarak, Kürt sorununu çözümsüzlüğe sevk etmiştir. Bugünkü kanın dökülmesinde bizzat Avrupa Birliğinin sorumlularının rolü fazladır. Vicdanları hiç sızlamıyorsa bu onlardaki derin duyarsızlığın bir sonucudur. Biz şuanda silahlı mücadeleye inanan bir hareket değiliz. Biz siyasal demokratik mücadele stratejisini benimseyen, onu karar altına almış bir hareketiz. Silahın sadece meşru savunma anlamında zorunlu koşullarda kullanılabileceğini, toplumsal sorunların ise şiddetle çözülemeyeceğine inanan bir hareketiz. Meşru savunma duruşu dışındaki bütün silah kullanma yöntemlerini biz terör olarak görüyor ve kınıyoruz. Şimdi arkasında milyonlarca kitlesi olan ve silahlı mücadeleyi bu biçimde terk etmiş, siyasal-demokratik mücadeleyi yürütmek isteyen, barış için çaba gösteren bir halk hareketinin terör listesine alınmasının anlamı nedir? Hiç vicdan yok mu? Hiç hukuk yok mu? Her şeye ekonomik çıkar mı hükmedecek? AB denilen oluşumun hiç mi bir hukuksal ve ahlaksal duruşu olmayacak? Avrupa Birliği'nin bunlarla alakası yoktur. Biz, bir Kürt sorunu vardır ve bunu barışçıl yollarla çözmek istiyoruz diyoruz. Ama AB bizi terör listesine alarak, Türk devletini sorunun barışçıl yollarla çözümüne değil, şiddetle ortadan kaldırmaya yönlendirmiştir. Bu açıdan biz davanın görüleceği adalet divanında doğru bir karar verileceğine inanmak istiyoruz. Doğru olan budur. Türk devleti de '29. isyandır' demiştir. PKK hareketi çağdaş bir Kürt halk isyanı olarak ortaya çıktı ve toplumsal bir harekettir. Bugün Avrupa'nın herhangi bir ülkesi işgal edilmiş olsa, o toplumun, o ülkenin bireyleri isyana kalkışmaz mı? Kendi dili, kültürü için ulus ve insan olmaktan kaynaklı doğal hakları için isyana kalkışmaz mı? BM'nin yasalarında meşru müdafaa diye bir hak yok mudur? Bütün bunlar vardır. Eğer hukuk işleyecekse ne PKK'nin ne de Kongra Gel'in öyle terörle bir alakasının olmadığı ve geçmişte alınan kararın hukuki değil, siyasi olduğu ortaya konulacaktır. PKK ya da Kongra Gel'e 'terör' demek, sorunu çözümsüzlüğe sevk etmek demektir. Eğer Avrupa sorunun çözümünü istiyorsa, bu konuda bir adım atabilir. Adımın atılması şiddet dozajını azaltacaktır. Fakat AB'nin henüz biz tek bir mermi atmıyorken ve silahlı mücadeleyi bırakmışken bizi terör listesine alması gerçekten bir skandaldır, haksızdır, hukuksuzdur, hiçbir dayanağı yoktur. Bu haksızlığı biz adalet divanının gidermesini bekliyoruz. Umarım beklentimiz boşa gitmeyecektir. CPT neden topu Türkiye'ye atıyor? Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan'ın sağlık durumuna ilişkin CPT raporu açıklanmadı. CPT ise raporu açıklaması gereken tarafın Türkiye olduğunu kaydediyor. Türkiye neden açıklamıyor sizce? Türkiye neden açıklama yapmıyor, sorusundan önce, CPT neden topu Türkiye'ye atıyor, sorusunu sormak gerekiyor. Biz AK'nin hukuksal işleyiş esaslarını tam olarak bilmiyoruz ama hukuksal olarak bütün komisyonlar, araştırma grupları, inceleme ve analiz ekipleri kendi yaptıkları çalışmaların sonuçlarını kendileri açıklarlar. Bu çerçeveden yaklaşıldığında aslında açıklama yapması gerekenin biz CPT olduğunu, bu işe el atmış bir kurum olarak AK olduğunu düşünmekteyiz. Kaldı ki İmralı'daki sistemle Avrupa Komisyonu baştan beri ilgilidir. Önderliğimiz oraya ilk götürüldüğü gün bile bir temsilcisi orada hazır bulunmuştur. İmralı sistemi denilen sistemle Avrupa'nın ve Avrupa Konseyinin de ilgili olduğu açık bir gerçektir. Bir kurum olarak CPT gidip inceleme yaptı, incelemenin sonuçlarını kendilerinin açıklaması gerektiğini düşünüyoruz. Şimdi eğer 'Türkiye açıklama yapmalıdır' şeklinde bir açıklama yapmışsa bu işin vahametini gösterir. Biz daha önce de söyledik, Önderliğimize karşı gayri insani, gayri hukuki, gayri ahlaki bir kimyasal saldırı durumu yaşanmıştır. Fakat bunu gizleme çabası olduğu gözlemlenmektedir. CPT'nin bu tutumu bu yöndeki kuşkumuzu daha da arttırmış bulunuyor. Şimdi bir heyet gitmiş, dokuz ay önce analiz yapmış ama bunun sonuçlarını hala açıklamıyor. Bunun nedeni nedir? Bu düşündürücü bir husustur. Bu gösteriyor ki bir şeyler gizlenmek istenmektedir. Eğer öyle olmasaydı CPT'nin herhangi bir memuru ortaya çıkıp açıklama yapabilirdi. Yani 'bir şey yoktur, raporları temizdir, raporları budur' diye sunabilirlerdi. Kendi internet siteleri var. Çeşitli konulara ilişkin sitelerinde istedikleri açıklamayı yayınlıyorlar. O zaman neden Önderliğimize yönelik yaptıkları incelemelere ilişkin yapmıyorlar? Demek ki bir şeyler vardır. Demek ki gizlenen bir durum söz konusudur. Bunun için Türkiye ile tartışmış, konuşmuş ve daha sonra da Türkiye'ye bırakmışlar. Biz zaten CPT'nin sadece açıklama yapması yetmez, diyoruz. CPT Türkiye ile yaptığı görüşmelerin tutanaklarını da bizim tarafımıza iletirse biz CPT'nin samimiyetine güveniriz. Yoksa CPT'nin mevcut duruşuyla tarafsız yaklaşmadığı kuşkusu bizde çok derinleştirmiştir. Bu açıdan bizce CPT sorumluluğu kendi üstünden atmaya çalışıyor. Kaldı ki daha önce çeşitli biçimlerde tarafımıza iletilen bilgiler vardır. Örneğin Önderliğimizin sağlığının ciddi olduğu ve kapsamlı bir ameliyata ihtiyaç hissettiğini belirtmişlerdi. Peki neden ameliyat konusu gündeme getirilmiyor, neden yapılmıyor? Uluslar arası bir kuruluş olarak Avrupa Komisyonunun işkenceyi önleme örgütü olarak neden tespit ettiği şeyin peşine düşmüyor? Bu CPT'yi Kürt halk gerçekliği karşısında sorumluluk altında bırakmıyor mu? Madem ki böyle bir şey tespit etmiş, o zaman neden gereğini yaptırmıyor, gündeme almıyor yada kamuoyuna duyurmuyor? Türkiye'yi böyle bir ameliyata olanak sunmak için zorlamıyor? Neden bu pozisyona düşüyor? Burada bize yansıyan şey, CPT'nin dürüst yaklaşmadığı, sorumluluğu üstünden atmaya çalıştığı, işi Türkiye'ye bırakma yöntemiyle aslında hasıraltı etmek istemesi olmaktadır. Biz bunu yutacak değiliz. Bu işin içinde aslında CPT'nin de ortaklığı olduğu böylece açığa çıkmaktadır. Orada Önder Apo'ya karşı insan haklarına, bütün ahlaki değer yargılarına aykırı bir biçimde bir saldırı yapılmıştır ve CPT de bu saldırıyı gizleyerek suç ortaklığı pozisyonuna düşmüştür. Şimdi anlaşılıyor ki kimyasal zehirleme sürecini muhtemelen durdurmuş ve verdiklerini bildiğimiz bazı ilaçlarla zehirleme etkilerini belirsiz hale getirmeye çalışıyor olabilirler. Ama daha kendilerinin verdiği bilgilere dayanarak biliyoruz ki ağırlaşan sağlık durumu artık ilaçla tedavi edilemeyecek duruma geldiğini bizzat CPT daha önce söylemiştir. İlaçla, damlayla tedavi olmaktan ziyade daha kapsamlı bir tedaviye ihtiyaç vardır. Bunun yapılmaması insanlığa karşı bir suçtur. Bütün dünyanın gözü önünde bir halkın Önderliğini -ki dört milyona yakın insan bütün rizikoları göze alarak 'benim siyasal irademdir' diye imza atmıştır- göz göre göre ölüme terk etme tarih karşısında bir suçtur. Biz Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisini bu konuda göreve çağırıyoruz. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesini göreve çağırıyoruz. CPT'nin bu tutumuna el konulmasını, Kürt halkına karşı işlenen bu suça ortak olunmamasını istiyoruz ve derhal gerekenlerin yapılması gerektiğini belirtiyoruz. Türkiye'ye bırakılırsa Türkiye açıklamasını yapmaz. Türkiye o zehirlemenin izlerini belki ortadan kaldırmaya dönük çabalar sergileyebilir. Bu konuda zaman kazanmaya dönük politikalar geliştirebilir. Kaldı ki Türkiye Kürt halkına ve Kürt halk önderliğine karşı bir imha konseptinin kararını almış bir devlettir. Bu iş Türkiye'nin insafına bırakılamaz. Uluslar arası güçler ve Avrupa Konseyi Önderliğimiz uluslar arası bir tutuklu olduğu için, bu durumdan sorumludur. Bunun için de halkımızın 'Êdî Bes e' hamlesi çerçevesinde geliştirdiği siyasal eylemlerin çok büyük önemi vardır. Tüm yurtsever Kürt halkı bu eylemsellik sürecine daha aktif katılım göstermelidir. BEHDİNAN - ANF

Türkiye yargısız infazdan 105 bin euro tazminata mahkum oldu

STRASBOURG -Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), 11 yıl önce yargısız infaz edilen bir Kürde ilişkin davada Türkiye’yi 105 bin euro tazminata mahkum etti. 1996’da Emniyet Güçleri tarafından gözaltına alınan Atilla Osmanoğlu’ndan bir daha haber alınamadı. 11 yıl önce yargısız infaz kurbanı olan Atilla Osmanoğlu’nun 68 yaşındaki babasının AİHM’e taşıdığı davada karar çıktı. Mahkeme Türkiye’yi “yargısız infaza kurban” giden gence ilişkin davada “etkili bir soruşturma yapmayarak” insan hakları ihlalinde bulunmaktan mahkum etti. Türkiye Osmanoğlu’na 105 bin euro maddi ve manevi tazminat ödeme cezasına çarptırıldı. MANTIKSIZ VE ANLAŞILMAZ Mahkeme Türkiye’nin bu olaydaki “tam etkisizliğinin”, anlaşılmaz ve “mantıksız” olduğunu kaydederek, yaşam hakkını koruyan insan hakları sözleşmesinin 2. Maddesi ve kötü muameleyi yasaklayan 3. Maddeyi ihlal ettiğine karar verdi. Baba Osmanoğlu ve komşuları Mart 1996 tarihinde Atilla’nın kendilerini Emniyet Güçleri olarak tanıtan iki silahlı kişi tarafından alıkoyduğuna tanık olmuştu. Bu tarihten beri Atilla Osmanoğlu’nun hayatta olduğuna dair hiçbir belirtiye rastlanmadığı gibi, nereye defnedildiği de bilinmiyor. Baba Osmanoğlu, oğlu için altı kez polis gitti ve her seferinde gözaltına alınanlar listesinde olmadığı ileri sürülerek geri çevrildi. Atilla Osmanoğlu tam olarak 25 Mart 1996 günü Diyarbakır ili Melikahmet Caddesi 97 No'lu işyerinde saat 11.00 sıralarında gözaltına alındı. Baba, DGM Cumhuriyet Başsavcılığına, OHAL Bölge Valiliğine, İl Valiliğine, Uluslararası Af Örgütüne vb. tüm başvuru mekanizmalarına başvuruda bulunulmuş ancak etkin bir sonuç alınamamıştı. 1968 yılında Diyarbakır'ın Hazro İlçesi'nde doğan Atilla Osmanoğlu 6 kardeşten üçüncüsüydü. Babası Hazro Kaymakamlığı Tapu Kadastro Müdürlüğü'nde memur olarak çalışıyordu. İlk ve ortaokulu Hazro'da okudu. Liseye devam etmeyen Osmanoğlu'na babası ilçede bir dükkân açtı. Ticaretle uğraşan Osmanoğlu, Hazro'dayken "yardım ve yataklık" yaptığı iddiasıyla 1991 yılında gözaltına alındı. Baskılardan dolayı Osmanoğlu ailesi, 1992'de Diyarbakır merkeze göç etti. Diyarbakır'da İller Bankası'nda bir ay geçici işçi olarak çalıştıktan sonra "sakıncalı" olduğu gerekçesiyle işten çıkarıldı. Osmanoğlu, kaçırılmadan önce toptan gıda maddeleri sattığı işyerinde çalışıyordu. Gözaltına alındığı ana babası şöyle tanıklık etmişti: "Oğlumu götürenlerden biri esmer ve ‘M’ bıyıklıydı. 30 yaşlarındaydı. Uzun boylu, sarışın ve Amerikan tıraşlı olan ise 26-27 yaşlarındaydı. Ben dükkâna girerken onu alıp götürdüler." AYGAN’IN İTİRAFI JİTEM itirafçısı Abdulkadir Aygan da Osmanoğlu’na ilişkin çarpıcı itiraflarda bulunmuştu. Aygan’ın itirafları şöyle: “Cizre-Silopi karayolundan Habur Gümrük Kapısı'na doğru giderken, Silopi'nin içinden geçiliyor. Hac Konaklama Tesisleri'ne varmadan, askeriyenin karşısında olacak. Yani orada sol tarafta askeriye var. Askeriyenin karşı tarafında yani yolun Güney tarafında sağ tarafında ekili arazilerin içerisinde giden bir toprak yol var. Habur Çayı'na doğru gidiyor o yol. O yoldan 200-300 metre gidilince o toprak yolun sol tarafında atılmış bir tanker var. Petrol tankeri var. Bu çöplük gibi orada duruyor. Yani bir hurda gibi. Bir kişinin cesedi bunun içerisine atıldı ve Koçero (Cindi Acet) isimli bir şahıs tarafından Tahra ile kafasına vurulmak suretiyle tanınmasın diye parçalanarak oraya atıldı. Şahsın ismini hatırlamıyorum. Kim olduğunu hatırlamıyorum şu an.” AİHM, Osmanoğlu davasının yanı sıra Türkiye aleyhine açılan 10 davayı daha bugün karara bağladı. İlhami Erseven, Hikmet Yıldırım, Veli Ateş, İsmail Öztorun, Ellez Duman, İsmail Kaya, Kenan Atakul, Süleyman Çetinkaya ve Bekir Arslan'ın ortak başvurusunda, Türkiye'nin “adil yargılanma hakkını ihlal etmekten” mahkum oldu. AİHM bu davada tazminata gerek görmezken Türkiye’nin sadece mahkeme masrafı olarak 1500 euro ödemesini karara bağladı. Huri Çoban, Ayşe Çoban, Nazım Çoban ve Cihan Çoban'ın açtığı ortak davada, “Türkiye'nin adil yargılanma hakkı ile özel ve mülkiyet hakkını ihlal etmekten” mahkum oldu ancak mahkeme bildirisinde tazminata ilişkin bilgi yer almadı. Emin Karakaya'nın açtığı davada Türkiye’yi “adil yargılanma hakkının ihlal etmekten” mahkum eden AİHM, bu davada da maddi tazminata gerek görmedi. Ayrıca soyadları Can, Korkmaz ve Sarıpınar olan üç kişinin yaptığı başvuruyu da karara bağlayan AİHM mal ve mülkiyetin korunması hakkının ihlal edildiğine hükmetti. , Soyadları Göğ, Kolsuzoğlu, Ağbayır ve Karabulut olarak belirtilen kişilerin başvurusunda ise adil yargılanma hakkının ihlal edildiği kaydedildi. AİHM bildirisinde tazminata gerek görülüp görülmediğine ilişkin ayrıntı yer almadı. ANF NEWS AGENCY

TSK sınır köylerini boşaltmak istiyor

HAKKARİ: Hakkari’nin Şemidinli ilçesi sınır köyleri abluka altına alınırken giriş-çıkışların da askeri izne bağlandı. Savaş ucaklarının da son zamanlarda alçak uçuşlar yapmasının da sınır boylarındaki köyleri boşaltmaya yönelik girişim olduğu belirtildi. Türk ordusunun onbinlerce asker bulundurduğu Hakkari’nin Şemdinli İlçesine bağlı sınır köylerini abluka altına aldı. Derecik bölgesinde askeri hareketlilik gözlenirken, sınırın sıfır noktasında bulunan Yeşilova Koyü’ne köy sakinleri tek tek aranarak kimlikleri kontrol edildikten sonra girebiliyor. Köye yabancıların girişine izin verilmezken, izin verilen kişilerin kimliklerine ise el konulduğu bildirildi. Yerel kaynaklar, aynı uygulamanın sınıra yakın bölgede bulunan köylerde de yapıldığını, son zamanlarda savaş uçaklarının da sınır köyleri üzerindeki alçak uçuşların arttığını söyledi. Uçakların alçak uçuşlarıyla köylülerin korkutularak zorla göç ettirilmek istendiği ileri sürüldü. Köylerin abluka altına alınması ile savaş uçaklarının köyler üzerindeki alçak uçuşların esas amacının ise sınıra yakın köyleri boşaltmak olduğu bildirildi. ANF NEWS AGENCY

Kürtlerin çıkarlarına karşı biraraya gelen10 taraf kendi aralarında uyuşmazlık içindedir

MAHMUD OSMAN: ‘’KÜRTLER, HAKLARINI ELDE ETME KONUSUNDA CESUR OLMALI’’ 23-Jan-08 [9:40]-PNA-Kürdistan İttifakı Listesi üyesi Dr.Mahmut Osman, ‘’Kürt ittifakına karşı birleşen 10 tarafın Kürt İttifakına karşı Maliki ile çalışamayacaklarını çünkü kendi aralarında uyuşmazlıklar olduğunu’’ söyledi. Osman, ‘’Kürtlerin haklarını elde etme yolunda korkmamaları gerektiğini ve kendilerinin de Maliki’nin maaşlı çalışanları olmadıklarını'' söyledi. PNA’ya demeç veren Osman, ‘’Bizim 4’lü ve 3’lü anlaşmamız var. Kürtlerin çıkarlarına karşı biraraya gelen10 taraf kendi aralarında uyuşmazlık içindedir, farklı görüş ve düşünceleri var. Kürt tarafı olmadan hiçbir iş sonuç alınamayacağı gibi bu kabul edilemez de’’ dedi. Kürtlerin düzenli bir şekilde çalışması sonucunda iseklerini elde edebileceğini söyleyen Osman, ‘’Kürtlerin siyasi sürecin önünü tıkamak istemediğini sadece anayasal haklarını elde etmek istediğini ‘’ söyledi. Osman, ‘’Kürt İttifakı ve Şii İtilaf Birliği arasında imzalanan anlaşmaya göre, taraflardan biri bu anlaşmdan çekildiğinde hükümetin yasallığı ortadan kalkakcak ve fesh olacak. Bundan dolayı, hükümet her şeyi istediği yapma durumunda değil’’ dedi. Kürdistan Bölgesinin bütçesinin kesilmesi tehditleri konusunda Osman, ‘’Bu bütçe, Maliki’nin değil. Devletindir.Biz, Maliki’nin maaşlı çalışanları değiliz. Biz hükmetin ortağıyız.Ancak, eğer hükümetin bir yetkilisinin performansı konusunda bir eleştiri varsa, bu Kürdistan Bölgesinin bütçesinin kesileceği anlamına gelmez’’ dedi.

Ecevit'in gizli arşivi 2

'Doğu'da devlet yok, Apocular örgütleniyor' Can Dündar / Rıdvan Akar Ecevit'in Çalışma Bakanı olduğu İnönü hükümeti, Güneydoğu konusunda kendinden önceki hükümetten bir eylem planı devralmıştı. 18 Nisan 1961 tarihli bir kararnameyle duyurulan ve Kürtlerle Karadenizlilerin yer değiştirmeleri gibi öneriler sunan "Doğu Raporu" uygulanamadı; ama uzun süre terk edilmedi de... Bunu yine Ecevit'in arşivindeki belgelerden anlıyoruz. O kararnameden 13 yıl sonra 13 Ocak 1974'te, bu kez Başbakan koltuğuna oturdu Ecevit... İlk katıldığı Milli Güvenlik Kurulu toplantısında önüne getirilen dosyada "Milli Güvenlik İç Politika Esasları" değerlendiriliyordu. Bu değerlendirmede, 18 Nisan 1961 tarihli meşhur kararnamede kararlaştırılan politikaların uygulanmadığından yakınılırken devletin artan bölücü eylemler konusunda nasıl acz içinde olduğu örneklerle ortaya konuluyor ve "Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da milli güvenliğimiz açısından büyük bir tehlike teşkil eden bölücülük faaliyetleriyle mücadelede meydana gelen aksaklıklar, problemi her geçen gün daha vahim hale getirmektedir" deniliyordu. MGK'dan Ecevit'e dokundurma Milli Güvenlik Kurulu Ecevit'i bu teşhisle karşılarken, onun özgürlükçü yaklaşımına da ince bir atıf ve uyarı yapıyordu: "Hak ve hürriyetler bahsinde bütün engellerin kaldırılacağı, fikir suçu diye bir şey tanınmayacağı anlaşılan 1974 ve sonrası döneminde yıkıcı, bölücü, laikliğe ve ulusal çıkarlara aykırı faaliyetlerin ne şekilde önleneceği büyük bir sorun olarak ortada durmaktadır. (..) Milli bütünlüğü yıkmayı amaçlayan her türlü fikirleri yayanları suçsuz, sadece onların eyleme ittiği gençleri suçlu saymak şeklinde bir görüşün kanunlarımızda yer alması halinde bu çok önemli milli güvenlik ilkesi, vahim sonuçlar doğuracak şekilde ihlal edilmiş olacaktır." Zaten yapılamadı da... Beklenen hürriyet açılımları gelemeden Kıbrıs krizi patladı ve Ecevit, koalisyonu bozup iktidarı Milliyetçi Cephe'ye devretti. Apocular raporlarda 1978 başında yeniden Başbakanlığa geldiğinde sorun, daha da katmerlenmişti. Artık sıkıyönetim vardı; ancak, bu da çözüm olmamış, çatışmalar hepten yayılmıştı. Ecevit, bu kez, resmi raporlarla yetinmedi; kendi vekillerinden bölgelerini gezip askeri ve sivil yetkililerle görüşmelerini istedi. Gelen raporlar, hem vahim gidişatı tüm çıplaklığıyla belgeliyor hem de adları yeni duyulmaya başlanan "Apocular"ın tırmanışını haber veriyordu. İşte Ecevit'in arşivindeki "Urfa ve Adana raporları"ndan birkaç örnek: 2 polislik takviye gücü "Urfa'daki Tugay'ın birlikleri çevre illere yollandığından merkezde yalnız tankçı ve topçular var. Önemli bir olay çıktığında Tugay'ın hareket gücü sınırlı... "Apocuların adları sanları belli militanları iki Renault içinde tüm bölgede baskı yapıyorlar. İl Jandarma Alay Komutanlığı'nın elindeki araçların hem hızları az, hem de belli oluyorlar. İstihbarat eksikliği, etkinliği çok azaltıyor. "Adana'ya 200 polis memuru atanmış, 118 polis memuru Adana'dan alınmış. Takviye, aradaki fark kadar... "Polis arabalarının yarısı arızalı...çalışmıyor. Petrol bayilerine 1,5 milyon lira borçları var. Motorlu devriye çıkarmakta zorluk çekiyorlar. "27 telsiz gönderilmiş, bunların 11'i polis tarafından kullanılabiliyor." MİT'TEN GELEN RAPOR 'MİT'te Milliyet okumak cesaret işi' MİT'ten gelen özel raporlar, Ecevit arşivinin en önemli belgeleri arasında bulunuyor. Bu raporların, teşkilat içinde kendisine yakın birileri tarafından hazırlanıp gönderildiği anlaşılıyor. Ecevit, bu belgelerden ciddi bulduklarını ilgili birimlere yollarken, "Ekli bilgi çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir. Değerlendirilmesinde yarar vardır" diye not düşmüş. Raporları dosyaya atıp geçmediği, önlem almaya çalıştığı anlaşılıyor. Ancak, hükümetinin ömrünün "MİT operasyonu"nu tamamlamaya yetmediği biliniyor. Raporları gönderen(ler), teşkilatta kimin nasıl MHP'ye çalıştığını, Malatya, Maraş gibi olayların nasıl bilindiği halde duyurulmadığını, hatta tertiplenmesine destek olunduğunu, sağ eylemciler ve kafatasçılarla ilgili bilgi sakladığını, dahası Ecevit'in aracına sabotaj planlayan kişinin daire başkanı yapıldığını açıkça bildiriyorlardı. (Belgelerin tam metni bu hafta çıkacak "Ecevit ve Gizli Arşivi" kitabında yer alacak.) CHP, MİT'in hedefi Belgelere bakılırsa, istihbarat teşkilatı bir siyasi kadrolaşmanın üssü haline gelmişti. İşte "MİT'in bugünkü kadrosu ve çalışmalarıyla ilgili özet bilgiler" başlıklı ve 20 Temmuz 1978 tarihli belgeden bazı satırlar: "25 yıldır MİT, DP ve onun devamı olan AP'nin tam kontrolünde faaliyet göstermiş ve yasadaki görevler bir yana itilerek, esas görevler savsaklanmış, bütün çalışmalar sol faaliyetler üzerine yönlendirilmiştir. "AP'nin yegâne rakibi olan ve demokratik sol görüşü benimseyen CHP, MİT'in hedefleri arasında kabul edilmiş ve kamuoyunda suçlamak için her çareye başvurulmuştur. İllegal örgüt TKP, CHP'ye bulaştırılmak ve bundan yararlanılmak istenmiştir. Solu Demirel'e anlattılar "Sağ görüş o derece ağır basmış ve etkili olmuştur ki, örgütte Cumhuriyet, Milliyet, Barış ve benzeri gazete ve dergileri okumak, personel için bir cesaret işi olmuştur. Sağcılık ve AP taraftarlığı 'vatanseverlik', CHP taraftarlığı 'vatan hainliği ve casusluk' olarak telakki edilmiştir. "İktidar döneminde Demirel MİT'e güvenmiş ve sempati göstermiştir. Adamlarını yıllardan beri kilit mevkilerde tutmayı başarmıştır. 31.3.1975 tarihinde kurduğu hükümet güvenoyu almadan ilk iş olarak MİT karargâhına giderek brifing almıştır. Bu brifingi MİT Müsteşarlığı ivedilikle vermek istemiştir. Brifingde sadece sol faaliyetler ele alınmış, özellikle CHP'nin, TÖB-DER, DİSK, diğer sol partilerle olan ilişkileri Demirel'e etraflıca anlatılmıştır. Mülakatta ayıklama "Bugüne kadar MİT'te çalışan yöneticiler (istisnaları olmakla beraber) sağcı olmakla iftihar etmişlerdir. (..) "MİT'e alınacak personel, sınavdan geçirilip mülakata tabi tutulur, yüksek tahsil, lisan, ehliyet, kabiliyet yerine genellikle sol düşmanı ve sağa yakın kişiler tercih edilir. Tahsil seviyesi düşük, sözde milliyetçi, mukaddesatçı kişiler, sınavda başarılı olamasalar da örgüte alınırlar. Yapılan mülakatlarda adayın okuduğu gazete, dergi, kitaplar sorulur. Son zamanlarda adaylara "'Toprak işleyenin, su kullananın' sloganından ne anlaşılır? Bu fikri nasıl buluyorsunuz?" şeklinde sorular sorulmuş ve olumlu cevap veren bir aday örgüte alınmamıştır." Mefluç durum "Halen görevde bulunup da CHP'ye ve Sayın Başbakan'a karşı, hatta düşman olan ve AP ve MHP taraflısı olan kişilerin bugüne kadar MİT'te kalmaları hayret verici, üzücü, düşündürücü bir keyfiyettir. Şayet bunlar görevde kalacak olursa, MİT bugünkü mefluç durumundan kurtarılamaz." BAŞBAKAN'A ÖZEL RAPOR 'Halk devlet ile Apocular arasında' Raporların ortaya koyduğu tabloyu gören Ecevit, güvendiği Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur'u bölgeye yolladı. Uğur, Adana, Hatay, İçel, Gaziantep, Urfa, Mardin ve Diyarbakır'ı gezdi. Ecevit'e "Kişiye Özel ve Gizli" bir rapor verdi. Tarih: 28 Eylül 1979'du. 12 Eylül'e tam 1 yıl kalmıştı. İşte Necdet Uğur'un alarm zilleri çaldığı "Güneydoğu'da durum" raporu: 'Devlet duruma hâkim değil' "Adana'da devlet kuvvetleri duruma hakim değildir. Kısa sürede yeni önlemler alınmazsa olayların boyutları büyüyebilir. Sıkıyönetim Komutanı'na göre 10 bin sol, 3 bin sağ militan var. Bunlar bir çatışma anında korunabileceklerini hesapladıkları mahallelerde mevzilenmiş. Bu nedenle ciddi bir çatışmanın halka yayılma olasılığı var." Kürtler, "Apocular" adı altında toplanıyor. "Güneydoğu illerimiz arasında en ciddi durum Urfa'da. Etkin önlemler alınmazsa tehlikeli sonuçlar doğabilir. "Apocular, halk kesiminde Milli aşiretine dayanmayı başarmışlar. Milli aşireti, vaktiyle Şeyh Sait isyanına katılmış bir aşiret... Suriye ve Türkiye'de yayılmışlar. Aşiretin başkanının halen Apo hareketine liderlik yaptığı söyleniyor. Harekete adını veren Abdullah Öcalan yurtdışında imiş. "Sıkıyönetime göre Apocuların Urfa'daki birinci amacı, yerel yönetime hakim olmak.. Böylece halkın üzerinde güçlerini kanıtlayıp onlara kendilerini kabul ettirdikten sonra halkın da desteğini sağlayarak merkezi hükümete karşı çıkmak.. "Urfa'da Vali ve Emniyet Müdürü değiştirilmiş, Vali kararnamesi henüz çıkmamış. Yeni atanan emniyet müdürünün gelmeyeceği söylentisi var. "Siverek ve Hilvan'da kaymakam yok; Emniyet amiri yok. "Hilvan'da jandarma komutanı yok. Savcı Siverekli, kuşku uyandırıyor. "Birecik sağlık ocağı doktorunun militanlık yaptığı kanısı yaygın. Milli Eğitim Müdürü Doğulu. Pasif kalıyor. "Valiye göre Apo'culuk bir simge... Bu ad altında Kürt bağımsızlığı peşinde koşan fraksiyonlar toplanmış durumda. "Sıkıyönetim yetkililerine göre Urfa'da halk devletten mi, Apoculardan mı çekinmek gerek, hangisinden yana olmalı, hangisi güçlü, henüz karar vermiş değil. Şu anda durum dengede. Kim ağır basarsa halk o tarafa kayacak." MİT MÜSTEŞARI, KOMUTANIN SÖZLERİNİ ECEVİT'E AKTARIYOR: "Başbakan 'Yapın' dese yapmayız" Tarih: 30 Aralık 1978 Selimiye Kışlası... 1.Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ İstanbul basınının önde gelen temsilcilerini ağırlıyor. Yanında iki yardımcısı var. Toplantıya gazete sahiplerinden Nadir Nadi, Kemal Ilıcak Mustafa Özkan ile Milli Gazete ve Hergün'ün sahipleri katılıyor. Ayrıca diğer gazetelerin genel yayın müdürleri var. MİT Müsteşarı Hamza Gürgüç de bu toplantıya katılıp sonuçlarını Başbakan'a bildiriyor. Askerlerin aslında iktidara el koymaya başladıklarını, bu tutanağın satır altlarında okuyoruz. Bazı gazeteciler hükümet ile Sıkıyönetim'in eşgüdümünün nasıl sağlanacağını soruyorlar; hükümetin baskı kurmasından kaygı duyduklarını söylüyorlar. Org. Üruğ, "Hükümetin emrindeyiz" diye açtığı toplantının sonunda bu soruyu şöyle cevaplıyor: "'- Hükümet bir baskı kurmamıştır, kurmayacaktır. Kendi içimizde Anayasal bir kuruluş olarak işletmeye mecburuz. Eşgüdüm, anayasal bir kurumdur. Başbakan bizden bilgi ister. Meclis'e karşı o sorumludur. Biz de ona karşı sorumluyuz. Bize telefon açıp 'Böyle bir şey yapın' demez." MİT Müsteşarı'nın Başbakan'a gönderdiği tutanağa göre bu konuşmadan sonra, Sıkıyönetim Komutanının yanındaki Kuzey Saha Komutanı söz alıyor ve aynen şöyle diyor: "'- Zaten, 'Böyle bir şey yapın' dese kabul etmeyiz. Başbakan, telefon açıp böyle bir şey yapmaz. Türkiye'deki bugünkü hükümet böyle bir duruma düşmez." ABU FİRAS'IN İDDİASI 'İsrail, ülkücüleri eğitiyor' Ecevit'in belgeleri arasında 12 Eylül'den 5 hafta önce yollanmış bir istihbarat raporu var. 6 Ağustos 1980 tarihli bu belge, "Libya Büyükelçiliğinde bir iftar yemeği"nden bilgiler aktarıyor. Raporu yazan kaynak, yemekte Filistin'in Türkiye temsilcisi Abu Firas'la konuşmuş. Ondan duyduklarını aktardığı paragrafta şu satırlar var: "MSP Milletvekili Salih Özcan, Abu Firas'ı ziyaret etmiş. Partilerle ilişkilerinde eşitlikçi bir politika izlemesini telkin etmiş. Türkeş'i de ziyaret etmesini önermiş. Abu Firas bunun üzerine Türkeş'in İsrail ile olan ilişkilerini Özcan'a anlatmış. Abu Firas'a göre MHP'li militanlar İsrail'e gruplar halinde gönderilerek orada gerilla eğitimine katılıyorlarmış. Ayrıca, İsrail, MHP'ye yılda 3 milyon dolar para yardımında bulunuyormuş. Bu konuda elinde delil olup olmadığını sordum. Abu Firas, elinde somut delil olmadığını, ancak FKÖ siyasal bürosuna gelen raporlarda bu konularla ilgili doğru bilgiler olduğunu söyledi. İstanbul Yeşilköy Havaalanı'nda İsrail'e grup halinde gidenler üzerinde yapılacak bir araştırmayla gerilla eğitimi için İsrail'e giden kişilerin kolaylıkla saptanabileceğini belirtti. Bu kişilerle suç işleyen ülkücüler arasında bir ilişki kurulabileceğini iddia etti."

      Kürtlerle Karadenizliler yer değiştirsinler! 1961'de askerler Kürt sorununa çözüm üretmek üzere bir "Doğu Grubu" oluşturdu. Bu grup, bir "Doğu Raporu" hazırladı. Yıllar sonra, o koalisyonun Çalışma Bakanı Bülent Ecevit'in arşivinde bulunacak bu belgedeki "yapılacaklar listesi"nde göç önerisi vardı: "Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik etmek..." Ecevit'in gizli arşivi Can Dündar / Rıdvan Akar Yıl: 1961... 27 Mayıs'ta iktidara el koyan askerler, "vatanın bütünlüğü" konusunda endişeliydi. Muhtemel bir Kürt sorununu önlemek için tedbir araştırıyorlardı. Şunu görmüşlerdi: "Vatan bütünlüğünün yegâne garantisi, bölge halkını devlete daha sıkı bağlamaktı." Bunun temini için "İnkılap Hükümeti", Devlet Planlama Teşkilatı'na konuyu inceleme görevi verdi. DPT bünyesinde bir "Doğu Grubu" oluşturuldu. Bu grup, bir dokümantasyon merkezi kurarak bölgeyle ilgili MAH'ta (MİT), Genelkurmay'da, Emniyet'te ne bilgi varsa toplayacak ve "bölgenin nüfus strüktürünü değiştirme ve asimilasyon bakımından" gerekli politikaları saptayacaktı. "Doğu Grubu", 8, 10 ve 16 Şubat ile 24 Mart 1961'de "bölgede çalışmış ve çalışmakta olan başlıca idare ve siyaset adamları"nı bir araya getirdi, ortaya çıkan önerileri hükümete iletti. Gürsel kabinesi, raporu 18 Nisan'da görüştü ve kabul etti. Yayımladığı kararnameyle, bakanlıklarca fiiliyata geçirilmesini istedi. Ancak, hükümet o yılın ekiminde yapılan seçimle devrildi. Yerine, kasımda İnönü başkanlığında kurulan AP-CHP koalisyonu geldi. Bunun üzerine "Kürt dosyası", "bir muhtırayla" yeni hükümete iletildi ve uygulamanın devamı istendi. Raporda radikal öneriler "Politika Dairesi Başkanı Kurmay Albay Haşim Tosun" imzasıyla yeni hükümete gönderilen raporun giriş yazısında kibarca, "Bunu, sizin tasarruf hakkınızı kullandığımız şeklinde yorumlamayın, size bir yardım kabul edin" deniliyordu. Bülent Ecevit, yeni kabinenin 35 yaşındaki Çalışma Bakanı'ydı. Göreve gelir gelmez, bu raporu masasında buldu. Üzerinde, "Devletin Doğu ve Güneydoğu'da Uygulayacağı Kalkınma Program Esasları" yazıyordu. Son derece ayrıntılı hazırlanmış rapor, bazı radikal çözüm önerileri getirirken, sonraki yıllarda uygulanacak kimi politikaları da adeta haber veriyordu. ECEVİT'İN CEVABI Bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim... Ecevit, Çalışma Bakanlığı sırasında masasına konan Kürt raporunu alıp arşivine kaldırdı. Oradaki görüş ve önerilerin çoğuna katılmadığı biliniyordu. O rapordan 8 sene sonra yazacağı, "Pülümür'ün Yaşsız Kadını" şiirinde, Anadolu'nun bütün halklarını sahiplenecek ve "Türkiyeliliği" ile övünecekti. Pülümür'ün bir dağ köyünde gördüm onu yaşını sordum bir giz gibi güldü kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz yüzüne baktım bir giz gibi güldü bir asa vardı elinde bir solmuş krallığın Kadifeden harmanisi üzerinde bir hititliydi o, bir selçukluydu bir ermeniydi bir kürttü bir türk... Yaşını sordum, bir giz gibi güldü Koluma girdi bir soylu kadınca Tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini Beni tek gözlü sarayına götürdü Köy yapısı kulübesinin Zamanı onda yitirdim ben Yitik zamanlara onda eriştim En soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında Bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim... 'Devletin yerine ağa' Rapora göre Doğu ve Güneydoğu'da dış tahriklerin de etkisiyle yurt bütünlüğünü bozucu bazı faaliyetlere teşebbüs edilmişti ve "bu durum, tahripkâr neticeler doğurma temayülü gösteriyor"du. Bunda, "devletin bugüne kadar izlediği tezatlı politikalar"ın da etkisi vardı. Bölge ihmale uğramış, otorite boşluğuna ağalık, şıhlık gibi "sosyal müesseseler" yerleşmişti. Hem bölge halkının devlete bağlılığı azalmış hem de bölgedeki ayırıcı faaliyetlere müsait bir zemin yaratılmıştı. Nüfus kompozisyonu değişmeli DPT, acilen "Doğu ve Güneydoğu Bölgesi için özel Kalkınma Planları" hazırlanmasını öneriyordu. Plandan şu yararlar bekleniyordu: "a) Bölgede gelirin artmasını ve iyi dağıtılmasını sağlamak. b) Bölgeye diğer bölgelerden nüfus çekmek veya bölge nüfusunun bir kısmını iktisadi teşvik tedbirleriyle- diğer bölgelere göndermek suretiyle, bölgenin nüfus kompozisyonunu değiştirmek. c) Sosyolojik ve antropolojik araştırmalara dayanarak, bölgenin sosyal yapısını temsili sağlayacak yönde- değiştirmek..." İttihat Terakki de düşünmüştü Kısmen İttihatçıların 1913-1918 arası uyguladığı yöntemi (Bu konuda bkz: Fuat Dündar, "İttihat ve Terakki'nin Müslümanları İskân Politikası", İletişim, 2001) çağrıştıran bu teklif, nasıl uygulanacaktı? Raporda bunun yöntemi ayrıntılarıyla ortaya konmuş. Rapordaki önerilerden bazıları aşağıda: HİCRET ESASLARI Kürtler, 'Türk çocuğu' bulunan yerlere... ASİMİLASYON: Halihazır İskân Kanunu ve tatbikatını, tesbit edilen politika ihtiyaçlarını karşılayacak ve asimilasyon temin edecek şekilde incelemek ve tadil etmek... HİCRET: Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında başka taraflara hicrete mecbur kalan Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskân etmek... IRAK KÜRTLERİNDEN AYIRMAK: Türkiye'de kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak'taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskân sahalarına ayırmak... KONTENJAN KADRO: Bölgeden batıya ve batıdan bölgeye nüfus akışını temin maksadıyla, doğu ve batıda resmi ve özel sektöre ait sınai, zirai ve ticari tesislerin personel kadrosunun muayyen bir nisbetini, diğer bölge halkından olan işçiler için kontenjan olarak tefrik etmek... MİSYONER YETİŞTİRMEK: Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi... kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için hususi müessese kurulması... Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkanları sağlanması... KÜRT MEMURLAR: Doğuya kendilerini Kürt sananlardan vali, kaymakam, hâkim, jandarma subayı, ordu subayı, assubay, öğretmen, memur gönderilmesi... RADYODA PROPAGANDA: Radyo vasıtasıyla Türkçe güfteleriyle mahalli havaların çalınması ve mahalli radyoların, bölge için, propaganda uzmanlarından müteşekkil gruplar tarafından hazırlanacak programları yayması... İNANDIRMA FAALİYETİ: Irk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkan sağlayan düzen olduğunu telkin eden bir inandırma faaliyetine girişilmesi... TİYATROCULAR, ÂŞIKLAR: Uzmanlar tarafından hazırlanmış skeçler oynayacak küçük tiyatro ekiplerine, bölgenin lisanına vakıf saz şairlerine yukarıdaki fikirlerin aşılanması... KÜRT MESELESİ YOKTUR: Dünya entelektüel muhitine Türkiye'de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması... DOĞUNUN TÜRK TARİHİ: Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak, kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması... Doğunun Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi... DAĞLI TÜRKLER: İslam Ansiklopedisi, Rus âlim ve politikacısı Minovski'nin tarafgirane bir surette, kendini Kürt sananların menşeinin İrani olduğunu iddia eden yazısını alarak, kendilerini Kürt sananlar kısmında neşretmekle, Lozan'da delegelere kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, menşelerinin Turani olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münevverler arasında münakaşayı mucip olan ve ayrılık taraftarlarına tutamak veren bu hatanın, derhal tashih edilmesi... MENŞELERİ TURAN: Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması.. SUNUŞ Türk siyasi hayatının hafıza odasında Bülent-Rahşan Ecevit çiftinin Oran'daki kütüphane evinin her tarafı kitapla dolu geniş bir salonu var. Bu salonun hemen arkasında daha küçük bir oda bulunuyor. Orada da raflar, raflarda dosyalar var. Dosyaların üzerindeki başlıklar, buranın Türk siyasi hayatının hafıza odası olduğunu kanıtlıyor: "MİT raporları... MGK tutanakları... 12 Eylül mektupları... Arayış yazışmaları... Kıbrıs-Yunanistan dosyaları... Ecevit'in mektupları... Ecevit'e yazılan mektuplar..." Kapağını kaldırdığımız her dosya, yakın tarihin bir başka karanlık köşesini aydınlatıyordu: Biri Maraş'ın... diğeri Susurluk'un... bir başkası 12 Eylül adaletinin... Kürt meselesinin... ya da CHP içi bir çekişmenin... İki belgeselci, böyle bir belge deposuna buyur edilince ne yaparsa onu yaptık biz de: Ecevit'ten bazı belgeleri yayımlamak için izin istedik. İzin verilince de bu hafta çıkacak "Ecevit ve Gizli Arşivi" (İmge, 2008) başlıklı kitapta 100'e yakın belgeyi onun yaşam öyküsü içine yerleştirdik. Bu yazı dizisinde, Ecevit'i, kavgasını, öfkesini, yalnızlığını, yoksulluğunu belgeler anlatacak. Eminiz ki, belgelerin tümü yayımlandığında, gerçekler biraz daha su yüzüne çıkmış olacak. Ecevit arşivinin önemli belgeleri kitapta yer alıyor "Karaoğlan" belgeselini çekerken, Bülent Ecevit'in kişisel arşivinde bazı tarihi belgelere ulaştık. Hem yakın tarihe hem de Ecevit'in siyasi mücadelesine ışık tutacak nitelikteki bu belgeler, bu hafta İmge Yayınları'ndan çıkacak olan "Ecevit ve Gizli Arşivi" kitabında yayımlanacak. Ecevit'in paha biçilmez arşivinin en ilginç belgelerini bu yazı dizisinde ilk kez gün ışığına çıkarıyoruz.

KON-KURD’dan Bush’a mektup kampanyası

ANF-BRÜKSEL (21.01.2008)- Avrupa Kürt Dernekleri Konfederasyonu (KON-KURD), ABD Başkanı Bush’a mektup gönderme kampanyası başlattı. Kampanya, Bush’un PKK’ye yönelik ‘terörist ve düşman’ nitelemesine tepki gösterilmesini içeriyor. KON-KURD Yürütme Konseyi, Kürt sorunu hakkında ABD Başkanı George W. Bush’a mektup gönderme kampanyası başlattı. Kampanyaya ilişkin yapılan yazılı açıklamada, amaç ABD’nin Kürt sorununda çözümsüz ve savaşı derinleştiren politikalarını protesto etmek olarak belirtildi. Posta, faks ve e-mail yoluyla gönderilecek mektuplarda, özellikle Bush’un, son 5 Kasım ve 8 Ocak tarihlerinde, Türkiye devleti yetkilileriyle görüşmelerinde, PKK’yi ‘terörist ve düşman’ nitelemesine tepki gösteriliyor. Bush’a gönderilecek mektuplarda, Kürtler’in, kimseyle düşmanlık yapmak istemedikleri gibi ABD’ye de düşman olmadığı, her halk gibi kendi ülkelerinde özgürce yaşamak istediği ve PKK’nin de bu özgürlük istem ve davasının savunucusu olduğu vurgulanıyor. Dolayısıyla PKK’ye yönelik Bush’un sarfettiği sözkonusu haksız nitelemelerin özünde Kürt halkını hedef aldığı belirtiliyor. Ayrıca bu tutumun, sözkonusu yaklaşımın sonucunda gelişen Kürt halkına yönelik devlet terörüne, ABD’nin de ortak olması anlamına geldiğinin altı çiziliyor. Kürt sorununun acil çözüm bekleyen tarihsel bir sorun olduğu hatırlatılan mektupta, ABD’nin mevcut olumsuz politikasına bir an önce son vererek, konumu ve sorumluluğu gereği barışçıl demokratik çözüme dönük rolünü oynaması talep ediliyor. KON-KURD Yürütme Konseyi, konuyla ilgili açıklamasında, Avrupa genelinde kendisine bağlı 9 federasyon ve 100’ü aşkın dernek aracılığıyla kampanyayı bugünden itibaren başlattığını duyurdu. Ayrıca diğer Kürt kurum ve örgütlenmelerinden bu sürece aktif katılım ve destek talep eden KON-KURD, tüm Kürtleri ve dostlarını Bush’a mektup göndermeye çağırdı. Açıklamada, bu çalışmanın sadece Avrupa’daki Kürtlerle sınırlı olmadığına dikkat çekilerek, başta Kürdistan ve Türkiye olmak üzere her alanda yaşayan Kürtlere ve kurumlarının da, Bush’a mektup gönderme kampanyasını geliştirmesinin önemi vurgulandı. MEKTUBUN İÇERİĞİ VE GÖNDERİLECEK ADRESLER KON-KURD’un açıklamasında; İngilizce, Almanca ve Fransızca çevirisi de yapılan sözkonusu mektup ile mektubun gönderileceği ABD Başkanı Bush’un posta, faks ve e-mail adresleri de yer aldı; MEKTUBUN İNGİLİZCE ÇEVİRİSİ “Dear George Bush Dear Mr President, During your meeting with Recep Tayip Erdogan on 5th November you announced that the PKK was the joint enemy of the USA and Turkey. On 8th January you repeated these words during your meeting with President Abdullah Gul. The PKK is a political party with the most popular support in Kurdistan and everywhere where Kurdish people live. The PKK is a people’s movement and at the forefront in the Kurdish struggle for freedom. By declaring the Kurdish struggle for freedom ‘terrorist’ you are not only insulting the Kurds but you are also putting them in opposition. The consequence of this is not only the negative effect it has on the USA’s already tarnished reputation in the Middle East, but it is also in conflict with US interests. By adopting this stance, you are becoming the collaborators of Turkey’s policies of assimilation and annihilation which are implemented through the most inhumane of methods such as torture, forced migration and genocide. The Kurds are not and do not want to be enemies with the USA. The Kurds, just like any other people, want to live freely in their country. The PKK is the defender of these rights. Also, we simply cannot understand on what foundations you are basing your claims. The PKK, in its thirty year struggle, has never targeted a single American citizen or American interests. On 17th November, your assistant to the Foreign Secretary Matthew Bryza, in a statement made to the Turkish Press, acknowledged that ‘the PKK had not attacked a single American, and declaring the PKK an enemy would only put us at risk’. You, as good as anyone else, must know that the Kurdish problem is a historical problem awaiting a solution; you know that it is not merely a terrorism or security problem, you know that it is a struggle of a people that have not even been given the most basic of rights and it is a struggle for very existence. I would also like to remind you that your current position only condones the gridlock seeking militarist approach of the Turkish State which can only mean further loss of life. I would like to point out that your current position undermines human values, and ask you use your own moral judgment and hopefully this will lead to a reconsideration of your approach. With Respect.” ALMANCA “Sehr geehrter Herr Präsident Am 5. November 2007 haben Sie Sich mit dem türkischen Ministerpräsidenten getroffen. Um die Türken zufrieden zu stellen, haben Sie die PKK zum Feind der USA erklärt. Am 8. Januar 2008 haben Sie bei dem Staatspräsidenten der Türkei, Herrn Abdullah Gül, diese Aussagen wiederholt. Die PKK ist in Kurdistan, wo die Kurden leben, die stärkste Partei der Kurden. Die PKK ist die Freiheitsbewegung für die Kurden in Kurdistan. Sie machen Unrecht gegen die PKK und erklären sie als terroristische Bewegung und Feind der USA. Mit diesem Verhalten nehmen Sie die Kurden gegen Sich und verletzen die Kurden. Dies schwächt die Situation im Nahen Osten, und für die USA ist es nicht gut, wenn die unterdrückten Völker als Terroristen abgestempelt werden. Wissen Sie, dass Sie mit dieser Politik die ungerechte Verachtung, Verneinung, Vertreibung, Vernichtung, Assimilation, Folter und die schmutzige Kriegspolitik des Türkischen Staates unterstützen? Die Kurden haben gegen kein Volk Feindlichkeit betrieben, und besonders die PKK hat bis heute keinen Staat als Feind erklärt. Die Kurden und die PKK haben nie die USA zum Feind erklärt. Die Kurden möchten, wie alle anderen Völker, in ihrem Land selbständig und frei leben. Die PKK ist eine Folge von dieser ungerechten Politik der Türkei, Iran und Syrien. 12 Tage nachdem Sie die PKK zum Feind erklärt haben, hat am 17. November 2007 der stellvertretende Aussenminister der USA, Matthew Bryza, gesagt:„Die PKK hat nie die USA angegriffen. Das ist für die USA ein Risiko.“ Das Kurdische Problem muss so schnell wie möglich gelöst werden. Das ist kein Terrorproblem. Die Kurden haben keine Rechte und deshalb besteht dieses Problem. Es geht um „Sein oder Nichtsein“ der Kurden. Sie wissen auch, dass alle Völker und die Kurden das Recht haben, selbständig zu leben. Wir möchten Sie daran erinnern dass Sie mit dieser Haltung die Unterdrückung durch die türkische Militärmacht unterstützen. Als Folge davon entsteht Umweltzerstörung, viele Menschen leiden und sterben. Wir protestieren gegen Ihre ungerechten, menschenverachtenden Aussagen. Wir bitten Sie, Ihre Aussagen nochmals zu überdenken und vor Ihrem Gewissen zu prüfen. Hochachtungsvoll.” FRANSIZCA « Monsieur, Le Président Le 5. Novembre 2007 Vous avez rencontré le premier Ministre de la Turquie. Pour satisfaire la Turquie Vous avez déclaré la PKK comme ennemi des États-Unis. Le 8. Janvier 2008 Vous avez répété cette déclaration envers le Président de la Turquie, Monsieur Abdullah Gül. En Kurdistan, dans la région où vivent les Kurdes, la PKK est la partie la plus forte. Pour les Kurdes en Kurdistan, la PKK est le mouvement pour la liberté des Kurdes. Vous faites tort à la PKK et Vous la déclarez comme mouvement terroriste et comme ennemi des États-Unis. Avec cette pratique Vous excitez les Kurdes contre Vous et Vous blessez les Kurdes. Ca affaiblit la situation en Proche-Orient et pour les États-Unis il n´est pas bien de marquer un peuple opprimé comme terroristes. Savez-Vous, Monsieur le Président, qu´avec cette politique Vous soutenez le dédain injuste, la négation, la dépossession, l´extermination, l´assimilation, la torture et la politique de la guerre sale de l´état turc. Les Kurdes ne sont pas hostile à un peuple, et surtout la PKK jusqu´a aujourd’hui n´a jamais déclaré un état comme ennemi. Les Kurdes et la PKK n´ont jamais déclaré les Etats-Unis comme ennemi. Les Kurdes voudraient, comme chaque peuple, vivre librement dans leur territoire et disposer librement de soi-même. La PKK est une conséquence de cette politique injuste de la Turquie, de l´Iran et de la Syrie. 12 jours après que vous avez déclaré la PKK comme ennemi, le 17. Novembre 2007, le Ministre substitut des affaires étrangers des États-Unis, Monsieur Matthew Bryza a dit : » La PKK n´a jamais attaqué les États-Unis. Pour les États-Unis c´est un risque.» Le problème Kurde doit être résolu le plus vite possible. Ce n´est pas un problème de terrorisme. Les Kurdes n´ont pas des droits, c´est pourquoi ce problème existe. Il se trait d´exister ou de ne pas exister pour les Kurdes. Vous savez aussi que touts les peuples et les Kurdes ont le droit d´exister de soi-même. Nous aimerions Vous faire souvenir qu´avec cette attitude Vous soutenez l´oppression des forces militaires turcs contre les Kurdes. Par conséquence beaucoup de gens souffriront et mourront et il aura la destruction de la nature. Nous protestons contre Vos déclarations injustes et pleines de mépris. Nous Vous prions de réfléchir encore une fois sur vos déclarations et de vérifier vos déclarations devant Votre conscience. Veuillez agréer, Monsieur le Président, l´expression de mes sentiments distingués. » MEKTUPLARI GÖNDERMEK İÇİN ADRESLER: POSTA His Excellency George W. Bush The president of the US The White House Washington, D.C. 20500 USA FAKS 001 202 456 2461 E-MAIL president@whitehouse.gov