Güneydoğu’nun geleneksel kibarlığıyla hal hatır sorduktan sonra tam ayrılacakken kolumdan tuttu...

Yasımız var-Ahmet Altan Diyarbakır’ın kesme taş evlerinin arasından keskin dönemeçlerle dolanarak ilerleyen daracık sokaklarında, kahvehanelerin önünde oturmuş ihtiyarlara, başka hiçbir şehirde görülemeyecek kadar kalabalık küçük çocuklara bakarak yürürken birden karşıma çıktı. Koyu renk bir kaban giymişti, ince çerçeveli gözlükleri, yanağında bir yara izi olan solgun bir yüzü vardı. Güneydoğu’nun geleneksel kibarlığıyla hal hatır sorduktan sonra tam ayrılacakken kolumdan tuttu. - İki dakikanız varsa bir şey anlatacağım hocam, dedi. - Tabii, dedim. Anlatmaya başladı. - 1994’de abim Batman’da faili meçhule kurban oldu. Aslında fail meçhul değildi. Ölene kadar polis başında bekledi. Biz hastaneye yetiştiğimizde ölmüştü. Durup bir soluk aldı. - Hastanenin kapısında beklerken bir başkomiser geldi. “Şüphelendiğiniz kimse var mı” dedi. Bacım dedi ki, “Senden şüpheleniyorum, şüphelendiğim sensin.” Bizim ikimizi yere yatırdılar. Başımıza postallarıyla bastılar. Bacım kalkınca dedi ki, “Ben ağabeyim gibi sessiz ölmeyeceğim, benim ölümüm gürültülü olacak.” Dağa gitti bacım. Altı yıl sonra Yozgat’ta vücuduna bomba sarıp intihar bombacısı olarak kendini patlattı. Gerçekten de ölümü çok gürültülü oldu. Yumuşak bakışlı gözlerinde incecik biriken yaşlar yanaklarından aşağıya süzülmeye başladı. Ama sanki ağlamıyor gibiydi. O solgun yüzünde tek bir çizgi kıpırdamıyordu, acı öylesine derinine gömülmüştü ki artık ağlarken bile durgundu yüzü. - Anneme gitsek şimdi hocam, diyecek ki “Üç çocuğumu kaybettim, barış istiyorum, analar daha çocuk kaybetmesin”. Yüzündeki yaraya parmağıyla dokundu. - Dipçik yarasıdır. On üç yaşındayken evimizi bastılar. O zaman vurdular. Bir an sustu yeniden konuşmadan önce. - Barış istiyoruz. Başka bir şey değil. Bize insan gibi davranılmasını istiyoruz. Sonra adını söyledi, çalıştığı yeri söyledi. - İsterlerse polise de anlatırım bunu. Hâlâ ağlıyordu, sanırım ağladığının farkında değildi. Onu tuttum. Ve ona sarıldım. Hiçbir şey söylemedim. Söyleyecek bir söz yoktu. Ondan ayrılınca bir kahveye girdim. Yaşlı adamlar vardı. Konuşmaya başladık. Daha doğrusu konuşmamaya. Ezberlenmiş cümleler söylüyorlardı. “Her şeyin başı fakirlik, iş yok, fabrika yok.” Bir ihtiyar usulca, “Dağda doktor da var, sadece fakirlik değil,” dedi sustu. Herkes sustu. Susmaları bile oralarda neler yaşandığını gösteriyordu. Kuşku ve korku vardı sessizliklerinde. Saçları kuzguni siyah biri kenardan bağırdı. - Biz yamyam değiliz ki, biz insanız… İnsan gibi davranılmak isteriz, ne isteriz ki… Kahvenin önüne çıktım. Hasır taburelerden birine oturdum. Bir çay söyledim. Bir sigara yaktım. Karşıya baktım. Hayatımda daha önce hiç görmediğim bir yazı vardı. “Yas Evi.” Oradaki bir delikanlıya sordum. - Bu ne? - Yas evidir. - Ne demek yas evi? - Bir ailenin ölüsü olduğunda bu salonu tutar, taziyeleri burada kabul eder. Yas üç gün sürer. - Kim yaptırıyor bu evleri? - Hayrattır. Bir zengin yaptırır. Herkes kullanır. Her mahallede vardır. - Ne zamandır var bunlar? - On yıldır. O kadar çok ölü var ki buralarda artık yas evlere sığmaz oldu. Sonra o genç delikanlı beni eski bir Ermeni kilisesine götürdü. İçinde köyleri yakılmış birkaç aile yaşıyordu. Kilise yıkılmıştı. Genç delikanlı kendinden beklenmeyen derin bir sesle, - Kavim harap olunca, mülk de harap oluyor, dedi. Diyarbakır’dayım. Bu şehirde yas var. Bütün o eski duvarlarda, sokaklarda, ihtiyarlarda, oynayan çocuklarda. Bu şehir büyük bir yas evi. “Acınız, acımızdır” diyecek bir dost bekliyor. Taraf Gazetesi, 13 Aralık Perşembe

0 Yorum: