PKK ve PARTİYA AZADİYA AZERBAYCAN–İRAN ( PAAİ ) İmha ve inkarın olduğu yerde ona karşı özgürlük ve barış hareketi de boy verir ve bu iki olgu güçlü-zayıf ekseninde -çatışarak- bir sona varır. Türkiye’de olduğu gibi gittiğim İran’da da sistemin kültürleri ve bireyleri kendisine benzetmek için imha ve inkara dayalı bir politika güttüğünü fark ettim. İran’da da herkes Fars olmak ve İslami prensiplere uymak zorundadır. Azeri birkaç kişi ile yaptığım sohbet sırasında, kimlik problemi yaşadıklarını ve egemen fars/islam rejimine karşı Azeri özgürlük rüyasını gerçekleştirmek için organize olmaya çalıştıklarını gördüm. 1940 larda İran Azerbaycan’ı ve İran Kurdistan’ı bağımsızlıklarını kazanmış ve kısa süreli bir devlet hayatına kavuşmuşlardı. Ancak bir zamanlar devrimci kimliğine hayran kaldığımız ve bıyıklarımızı onunkine benzetmeye çalıştığımız ama aslında dünyanın en barbar ve paranoyak katili olan Stalin ve diğer Sovyet şefleri bu devletlerin yaşamasına izin vermediler. önce Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki Laçin-Zengılan koridorunda kurulan Kızıl Kurdistanı (1922) daha sonra da Mehabat Kürt Cum. İle İran Azerbaycan Cumhuriyetlerini devletler arası ilişkiler ağında ölüme terk ettiler. Stalin, sadece Kürtlere ve Azerilere karşı barbarlık yapmadı, kendi ülkesinde de özürlü olan vatandaşlarını temizleyerek Hitler gibi kusursuz ve sağlıklı bir ırk yaratmaya çalışmıştı. Tahrandan dönerken Azerilerin yoğun olarak yaşadığı Tebriz bölgesinde birkaç Azeri ile sohbet etme ve onları dinleme imkanı bulmuştum. Tebriz otobanında bozulan aracımızı Gürbulak sınır kapısına taşımak için bir kamyon kiralayarak gecenin yarısında beraber yola koyulduk. Hava soğuktu ve dışarıda durulacak gibi değildi. Üç yüz kilometrelik yolu uykusuz geçiremeyeceğini söyleyen şoförümüz bir süre yol aldıktan sonra Gürbulak Tebriz arasındaki sufiyan’da durup dinlenmeye karar verdi. Kamyonu stop ettikten sonra dışarıda pusu kuran soğuk hava, arabanın içinde de hissediliyordu. Bu durumlara alışık olan şoför üstüne battaniyesini çekip sessizce uyumaya başladı. Ancak battaniyem olmadığı için üşümeye başlamıştım. Dışarıda açık bir yer bulurum düşüncesiyle arabadan indim ve cadde boyunca ilerledim. Soğuktan buğulanan bir vitrinin arkasında içeride birilerinin oturduğunu görünce kapıyı iterek içeriye selam vererek girdim. Gaz ile çalışan bir ocağın etrafında oturan birkaç kişi hararetle konuşuyordu, hatta seslerini dışarıdan bile duymuştum. . -Türkiyeli misin ağa? Dediler. Dediler. -Evet. Dedim. -Gel otur ağam, sen de ısın. Gecenin o saatinde ısınacak bir yer bulmanın mutluluğunu hissetmiştim o an. Hoş-béj olduktan sonra sohbetlerine katıldım. Bu arada genç bir Azeri hararetle İran rejimini eleştiriyordu. “ Men Azeriyem ve menim kendi dilim var, ama Fars rejimi Azerileri ve Kürtleri zorla fars yapmak istir. Bu haksızlıktır. Men Fars olmayı qebul etmenem. İslami Fars rejimi faşisttir. Zulum yapmağtadır…” Dili döndüğünce İran rejiminin asimilasyoncu katı İslamcı kurallarının verdiği rahatsızlığını ifade ederek bu zulümden kurtulmanın çarelerini sıralıyordu. Ona: “Gardaş, sen de PKK gibi düşünüyor ve Azerilere özgürlük istiyorsun ! dediğimde şaşırmıştı. -Ne démağ istirsen ağam? dedi. dedi. -Yani senin dediklerini Türkiye’deki Kürtler de kendileri için söylüyor, Türkiye’de PKK ne istiyorsa sende İran Azerileri için aynı şeyleri dile getiriyor ve istiyorsun! O zaman senin PKK ile benzer bir siyasi yanın vardır, demek istedim. Anlamamış ya da kafası karışmış gibi bakmıştı. Çünkü, birileri ona PKK’nın Kürt olmadığı ve Kürtleri temsil etmediğini söylenmişti Ona, söylediklerinin doğru olduğunu, her insanın kendi dilini, kimliğini ve kültürünü yaşama hakkının insani bir hak olduğunu, ancak faşist rejimler milli çıkarlarını devam ettirmek ve azınlıkta olan halkları eriterek tepkisiz hale getirmek için, yasakçı ve baskıcı politikalar uygularlar. Dolayısıyla dünyanın her yerinde egemenlerle bağımlılar arasındaki ilişki /çelişki ve çatışma bu sebeplere dayanır… Türkiye’de de vesayetçi kurumların demokrasiyi vesayet altına aldıklarını, bu yüzden demokratik girişimlerin bile başarısızlığa uğradığını ve demokratik açılımların uygulanabilirliğinin zayıf olduğunu, Kürtlerin aslında terörist olmadıklarını, sistemin onları, “ya Türk olmayı kabul edeceksiniz ya da dağa çıkacaksınız” ikilemine zorladığını ve insani hiç bir çözümün sistem tarafından kabul edilmediğini, çaresiz kalan Kürtlerin dağlara sığındığını, defalarca ateşkes ilan ettikleri halde saldırıya maruz kaldıklarını, meclisteki Kürt vekillerin de son zamanlarda yaratılan milliyetçi baskıdan nasiplendiklerini, hatta barış ve demokrasi düşmanlarının onları meclisten atmaya çalıştıklarını anlatmaya çalıştım. Söz ister gibi elini kaldırarak susmamı istedi: -Şayet PKK Kürtleri temsil ediyor ve Kürt özgürlük hareketiyse, neden Türkiye’deki tüm Kürtler tarafından desteklenmiyor?” dedi. -Türkiye’deki Kürtlerin çoğunluğu, ümmet anlayışıyla hareket ettikleri için, din kardeşliği duygusuyla bağlı oldukları Türklerle henüz bağlarını koparamadılar. Ancak kimliklerinin yasaklanması, imha ve inkar politikalarının anlaşılmasıyla politize olan ve dinin kendilerine karşı kullanıldığını anlayan bir kısım Kürtler 1924 ten bu yana sisteme karşı tepkilerini göstermektedirler. Ümmetçi anlayışla hareket edenlerin dışında kalanların bir kısmı asimle olmuş ve bir kısmı da menfaat ilişkisi içinde işbirlikçi bir anlayışla hareket etmektedir. Bu sebeplerden dolayı bölünmüş olan Kürtler, henüz gerçek güçlerini gösterme basiretin sergileyemiyorlar. Korku egemen kılınmış, “ben Kürd’üm” diyen herkes PKK li gibi görülerek derdest edilmiştir/edilmektedir. Dolayısıyla korkan ve çıkar ilişkileri içinde olan Kürtler deşifre olmamak için kendilerini belli etmemeye çalışırlar. -Peki, mademki birlik olmuyorlar niye savaşıyorlar? Hem orada kötü de olsa İran’dan daha fazla demokrasi vardır, Türkiye ortadoğudaki tüm ülkelerden daha modern, güzel ve de rahattır. Biz oraya gelmek, yaşamak ve çalışmak isteriz. -Önce sivil siyasetin egemen kılınması gerekir. Sistemi tek ırk temeline dayandıran üniter/militer zihniyeti tasfiye etmeden Türkiye’de barış, huzur ve demokrasiyi geliştirmek imkansızdır. Çünkü toplumu kamplara bölüp çatıştıranın sitemin kendisidir. Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen onların peygamberi MACHİAVELLİ ’dir.(İtalyan siyasetçi-düşünür) Türkiye’nin orta doğu ülkelerine nazaran daha modern ve güzel olduğu söylenebilir ancak, insana verilen önem açısından geri kalmıştır. Sistem, vatandaşı devlete karşı sorumlu tutmaktadır. Oysa demokrasilerde devlet vatandaşa karşı sorumludur. Özellikle son günlerde esir askerlerle ilgili yaşananlar ibret vericidir. Vatandaşları başka diyarlarda zor durumda kalan ülkelerin gösterdiği ilgi ve yakınlığı ne yazık ki ülkemiz kendi esir askerleri için gösterememiş, aksine tabut içinde dönmelerinin milli menfaatlere daha uygun olacağı açıklanmıştır. Bundan da anlaşılacağı üzere Türkiye’de insan olmaktan çok Türk olmak ve bu ülkü doğrultusunda hareket etmek daha önemliymiş. Sizler de Türki bir kavim olduğunuz için Türkiye’de baş üstünde tutulur 1. sınıf vatandaş olursunuz. Çünkü mutlu olmayı hak eden Türklerdensiniz yani…! Sözümü bitirdiğim anda bir diğeri şunu sordu: -Avrupa Birliğine girmek için anayasa değişikliğinin olacağı söylenmektedir. O zaman sıkıntılarınız biter… -Anayasa değişikliği için çalışmalar yürütülmektedir, ancak anayasasında kişileri referans alan ülkelerde demokrasinin olmadığını biliyoruz. Mesela İran, K.Kore ve Türkiye… Eğer Türkiye yeni anayasasını Kemalizmin boyunduruğundan kurtaramazsa hiç bir anlamı olmaz değişikliğin. Ancak, yine de Türkiye’nin batıya daha yakın olması ve AB ile yakınlaşması bu kısır döngünün eninde sonunda bozulacağına olan umutlarımızı geliştirmektedir. Eski generallerin çıkıp kendi hatalarını dile getirmeleri ve Kürt’lere karşı bir takım haksız uygulamalarda bulunduklarını ifade etmeleri olumlu bir gelişmedir. Ancak esas sorun aydınlardan kaynaklanmaktadır. Büyük umutlar beslediğimiz aydınların yaratılan milliyetçi dalgadan tırsıp ağız değiştirmeleri ve post kurtarma endişesi ile askerlerle dirsek teması, bazı kesimlere cesaret vermekte ve değişimden yana olanlara baskı yoğunlaşmaktadır. Korku egemen kılındıkça değişimi isteyenler de azalmaktadır. Koyulaşan sohbetimizi kapıya gelen şoför bozmuştu. “Gidelim” işaretiyle Kürt, Azeri, Fars ve diğer halkların sınırları olmayan birleşik bir coğrafyada yaşamaları dilekleriyle ayrıldık. Güzel bir diyalog ortamı oluşmuştu, farklı etnik yapılara sahip ama ortak noktaları özgürlük ve barış arzusu olan bir açık oturum... Kim bilir, belki bir gün bir arada yaşamanın bir yolunu bulur ve insanca yaşamasını beceririz. Ne diyelim, bazen rüyalar gerçek olur.Umalım ve dileyelim… Fikret YASAR fktyasar@gmail.com

0 Yorum: