A. Halhallı - Çoban Ateşi
Özel radyo ve radyo kanalları üretip halka dağıtarak, yurtdışından yayın yapan Kürtçe radyoların (Erivan Radyosu) dinlenmesini önlemek istemişler.
Rıdvan Akar ile Can Dündar’ın yayına hazırladıkları ve İmge Yayınevi tarafından basılan “Ecevit ve Gizli Arşivi” adlı kitap; esas olarak belge, anı ve tanıkların doğrudan beyanlarını içermektedir.
Kitap, Bülent Ecevit’in 1954’te CHP’ye üyeliği ile başlayıp 2004’te DSP Genel Başkanlığı’ndan istifasıyla sonlanan 50 yıllık aktif siyasi yaşamını özetliyor. Son 50 yıla tanıklık eden belge ve anıları içermesi bakımından önemlidir.
Kitabın tanıtımına dönük bir amacımız yok. Kitapta askerler tarafından dönemin Çalışma Bakanı B. Ecevit’e verilmiş “DEVLETİN DOĞU VE GÜNEYDOĞU’DA UYGULAYACAĞI KALKINMA PROGRAMI ESASLARI” adlı belgeyi yorumlayacağız.
Ancak bu vesileyle önce Ecevitlerin siyasi, sosyal yaşamlarıyla ilgili birkaç şeyi belirteceğiz.
Birincisi B. Ecevit, Türk siyasetinin şoven milliyetçi kadroları arasında en önde gelenlerden biridir.
“Ecevit’in milliyetçiliği, kendi tabiriyle ‘Türk’ün aşağılanmasına’ duyduğu tepkiydi. Adli tıp hocası babasıyla zaman zaman Ankara’nın köylerine gittiklerinde, köylülerin mahcup bir edayla, ‘kusura bakma beyim, beyim, biz Türk’üz, aklımız ermez’ deyişlerinden etkilenmiş ve milliyetçi oluvermişti.’’(Ecevit ve Gizli Arşivi sy.26)
Ankara’nın çevre köylerinde benzer sorunla yüzleşen sadece Ecevit değil, Mustafa Kemal dahil bir çok Türk siyasetçisi benzer şeyleri aktarırlar. M. Kemal’in “Ne Mutlu Türküm Diyene” benzer bir geziden üretildiği söylenir. Ecevit’in bu söylemden hareketle milliyetçi hem öyle ki Kürt ve azınlık hakları asimilasyonla Türkleştirilmelerinde ısrar edecek kadar katı şoven milliyetçi bir siyasetçi olacaktı.
İkincisi; Ecevit siyaset yaşamında “demokrat”, “demokratik sol” kavramlarını bolca kullanan bir siyasetçi idi. Hem genel siyasette hem de parti içi siyasette demokrasiye bolca vurgu yapmasına karşın parti içi yaşamında özellikle de DSP sürecinde anti-demokratik davranışıyla anılır olmuştur. Öyle ki, DSP’yi Ecevitlerin aile partisi haline dönüştürecek kadar anti-demokratik davranılmıştır. DSP onca merkezi ve yerel kurumuna rağmen Bülent ve Rahşan Ecevit demekti. 1987 genel seçimlerinde DSP %8.5 oy alarak barajın altında kalınca hayal kırıklığını yaşayan genel başkan B. Ecevit ve Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit bu görevlerinden istifa ettiler. DSP’ye bir genel başkan ararken Necdet Karababa’ya teklif götürdüler.
Necdet Karababa “o zaman bir şartım var dedim. ‘neymiş o’ diye sordu. Örgüt işlerine karışmamak şartıyla ben genel başkan olurum. Bülent bey ‘Rahşan ne diyorsun? Necdet bir teklifte bulunuyor.’ dedi. ‘Elbette biz çekildikten sonra karışmayacağız.’ cevabını verdi Rahşan hanım... Ama çok geçmeden tam tersini yaptılar.”
“İlk başta Rahşan hanım genel merkezde bir oda tanzim etti. Bir ay sonra sayın Bülent bey de bir oda tanzim etti. Benim haricim de partiyi o odalardan yönetmeye başladılar. Kırgınlığımız zaten buradan başladı. Bana kurultayda verdiği sözü tutmadı. ‘Ben ve eşim parti faaliyetlerine karışmayacağız, ihtiyaç olduğu zaman yardımcı olacağız’ vaadinde bulunmasına rağmen ilk günden fesih ve görevden almalarla ilgili isteklerde bulunmaya başladılar.” (a.g.e. sf: 376, 377)
Üçüncüsü; Bülent Ecevit bir burjuva siyasetçidir ancak “yiğidi öldür hakkını yeme misali” gelmiş geçmiş Türk burjuva siyasi kadroları arasında sosyal ve siyasal yaşamı en sade olanıdır. Bakan, başbakan olmasına karşın sosyal hayatı olabildiğince sadedir. Partisinden kadrolar, bakanlar rüşvet gibi burjuva siyasetçilerin yakalandıkları genel hastalığa onlarda yakalanmışlardır. Ama Ecevitlerin bu açıdan siyasal yaşamı olabildiğince temizdir hatta son yıllar hariç hep yoksulluk içerisinde yaşamışlardır. Örneğin;
Ecevit Londra’ya Basın Ataşeliği’ne sekreter olarak 1946 yılında atanır. Kaldıkları sürede “Ecevitler Londra’da neredeyse aç yaşıyorlardı. Parasızlıktan önce nikah yüzüklerini sonra saatlerini sattılar.”
Rahşan Ecevit ;
“O kadar aç kaldık ki annemler korktular, ben onlara bir fotoğraf göndermiştim. Halimden çok korkmuşlar. Beni Ankara’ya çağırmışlardı. Orada beni bir ay boyunca iyicene beslediler. Sonra tekrar Londra’ya gönderdiler.” (a.g.e. sf.40)
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Aralık 1980’de Ecevit Şerafettin Elçi ile aynı cezaevindeler. Elçi şunları söylüyor;
“Fakat çok sınırlı gazete alıyordu. Bir gün sordum, ‘vallah Elçi, benim param yok, o nedenle alamıyorum.’ dedi. Bende aldığım gazeteleri ona göndermeye başladım.” (a.g.e.sf.349) Başbakanlık yapmış Ecevit cezaevinde parasızlık nedeniyle sınırlı gazete alabiliyor!
Ecevitlerin sosyal yaşamlarında ki sade ve tutumluluklarına ilişkin şunu da eklemek lazım.
12 Eylül 1980 sabahı kendisini almaya gelen askerler için Ecevit “Bizi nezaketle aldılar. ‘hanımınızı da alabilirsiniz’ dediler. Biraz kitap aldık, ev hazırlığı yaptık.”
Rahşan Ecevit
“Küçük bir bavul yaptım. İkimizin de günlük ihtiyaçlarımızı, çamaşırlarımızı koydum. Bülent için kitap, kendim için birikmiş söküklerimi koyduğumu hatırlıyorum. ‘hazır boş zaman, orada yaparım’ diye. Bu kadar.” (a.g.e.sf;304)
Belge 2
“ESBABI MUCİBE” başlığı altında sunulan belgenin içeriği
Ulusal özgürlük mücadelesinin Kuzey’i moralize ettiği dönemlerde konulan ve ortaya çıkan gizli ya da aleni belgeler, sistemin Kürt sorunundaki çözümsüzlük ve asimilasyon politikalarındaki ısrarını açığa çıkarmaktadır. Nitekim “ilerici darbe” olarak lanse edilen 1960 Askeri Cuntası’nın Kürdistan politikası, T.C.’nin Kürt sorunundaki açmazlarından dolayı ne derece ileri olabileceğini gösteriyor.
Bülent Ecevit’in gizli arşivinden ortaya çıkan “Hicret” planı, “Doğu ve Güneydoğu Kalkınma Planı” olarak sunulmuştu. Kitapta “Belge 2” başlığı ile sunulan belge: 1925 Şark Islahat Planı’nın, Dersim İsyanı’na karşı uygulanan vahşetin, 1980 darbecilerinin Kürdistan’daki ‘özel uygulamaları’nın ve de hükümetlerin ‘Kürdistan özel paketleri’nin zihniyet olarak birbirinden farksız olduğunu göstermektedir.
“İlerici” cuntacıların belgenin başından sonuna doğru gittikçe ne derece ‘ileri’ oldukları basamak basamak ortaya çıkmaktadır. Dış ilişkilere ilişkin özel uygulamalardan; siyasi partilerin ‘bu konuda’ şekillendirilmesinden; gizli sürgün projesinden; “erkek ve kız misyoner” yetiştirmeye ve hatta Kürtlerden arazi istimlak edilerek muhacirlere ve “Türk çocuklarına” hibe edilmesine varana dek asimilasyonculuğun en ileri safhalarına kadar varılmaktadır. Ancak biz belge ile izlenmek istenen politikaları sırayla verelim.
Partiler hizaya…
Belgede “Prensipler” başlığı altında esasın Kürtlerin “asimile edilmesi gereği” açıkça vurgulanırken siyasi partilere ilişkin çarpıcı uygulamalara yer verilmiş ve;
“Hükümet politikalarının devamlılığını sağlamaya çalışırken iktidara gelmek için mücadele eden siyasi partilerin de durumunu göz önünde bulundurmak gerekir. Parti mücadelelerinin bölgedeki ayırıcı faaliyetleri kuvvetlendirici bir tesir yapmasını mutlak suretle önlemek şarttır. Bunun için, siyasi parti yüksek organlarının meselenin önemi hakkında aydınlatılmaları ve bölgedeki faaliyetleri belli prensipler çerçevesinde yürütmeye ikna edilmeleri icabeder. Böyle bir anlaşmanın iktidarda olmayan siyasi partilerin de devlet politikasının temel prensiplerinin uygulanmasında bir sorumluluk payı olduğunu göstermek gibi öğretici bir etkisi olabilir” denilmektedir.
Planın özü: “Kürtler kendisinden uzak olsun!”
Belgenin “Tedbirler” bölümünde “ana yol” olarak Kürtlerin pasifize edilmesinin yöntemleri sıralanmaktadır. Özellikle 50’li yılların sonlarında G. Kürdistan’daki gelişmelerin ( Irak Temmuz Devrimi, Barzani’nin yurda dönüşü ve sonrasında büyüyen ulusal mücadele) Kuzeyi etkilemeye başlaması endişesiyle konulan ve ‘c’ şıkkında belirtilen tedbir dikkatten kaçmamaktadır. Bu tedbir; “Yurtdışındaki ayırıcı faaliyetleri ve teşvikleri önleme ve engelleme tedbirleri” olarak özetlenmiştir.
Yavaş yavaş oyunun perdelerinin aralandığını şu belirlemeyle fark ediyoruz:
“İktisadi tedbirler yoluyla ve belli esaslara göre, bölgeye diğer bölgelerden nüfus çekmek veya bölge nüfusunun bir kısmını, yine iktisadi teşvik tedbirleriyle diğer bölgelere göndermek suretiyle, bölgenin nüfus kompozisyonunu değiştirmek.”(!) Yani devlet ekonomik ilişkileri kullanılarak Kürdistan’ın demografik yapısında ciddi değişimler gerçekleştirilmek istenmiştir.
“Özel Kalkınma Planları” çerçevesinde sunulan maddelerde sıkça “sosyolojik ve antropolojik araştırmalara dayanarak” ifadesi geçtiğini görüyoruz. Bu da ırkçılığın ayrı bir göstergesi olmakla birlikte şövenizmin trajikomik kendini gizleme metotlarının bir başka örneğini temsil ediyor.
Devam edecek olursak üçüncü aşamada “Prensiplerin uygulanması ve tedbirlerin yerine getirilmesi için kurulan idari mekanizma” adı altında yine ismi açıklan(a)mayan bir takım örgütlenmelere gidildiği görülmektedir. Metinde adı geçen ve Devlet Planlama Teşkilatı’na bağlı olacak olan “Doğu Grubu” bu örgütün ismi değil ifade edildiği gibi mekanizmanın koordinasyonunu sağlamak üzere kurulmuş bir gruptur. Dahası, metinde mekanizmanın tümüne değil sadece Doğu Grubu’nun çalışmalarına yer verilmiştir. Bu çalışmalar bile tüyler ürpertmektedir.
İnkar derinleştirilirken Kürt kabul edilmiş!
Doğu Grubu’nun çalışma alanlarına ilişkin aktarılan bilgilerde sıkça “asimilasyon” kelimesi tekrarlanmakta ve bu çekinilmeden belgeyle sunulmaktadır. Örneğin “Acil İşler” olarak sıralanan bir takım uygulamaların ilk paragrafı şöyledir:
“Halihazır iskan kanunu ve tatbikatı, edilen politika ihtiyaçlarını karşılayacak ve asimilasyon temin edecek şekilde ve ilmi olarak incelenmeli ve icabında tadil edilmelidir.”
“Acil İşler” içerisinde ‘Kürt’ kelimesini kullanmak zorunda kalan darbe hükümeti politikacıları, bunu yaparken de “kendini Kürt sananlar” gibi ne idüğü belirsiz bir belirleme ile inkârcı bir dil kullanmaya kalkmış ama Türklerin yaşadıkları coğrafyadan bahsetmeye çalışırken “memleketin Türk çocuğu bulunan yerleri” diyerek, aslında kendilerinin ne derece trajikomik bir zihniyette olduklarını ortaya çıkarmışlardır. Bu da aslında Kürtlerin her dönemde devlet tarafından fiilen kabul gördüğünü ancak zorlana zorlana sindirmeye çalıştığının açık bir göstergesidir.
“2. Acil İş” olarak Kürtlerle başta Karadeniz olmak üzere, muhacir ve göç etmek durumunda olan Türklerin yer değiştirmesini sağlayacak iktisadi düzenlemelerin gerçekleştirilmesini sağlamak olarak belirlemişler.
Resmi “bölücülük”!
Devlet, Kürt’ün kendini ifade etmeye kalktığı her anı “bölücülük” faaliyeti olarak suçlayıp cezalandırırken; aslında kendisi aynı suçu her defasında resmen ve fiilen işlemiş.
2. Acil İş kapsamında atılacak ikinci adım ise şöyle sunuluyor: “Türkiye’de kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatlarını kesme bakımından, bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek, iskân sahalarına ayırmak”
Arazi Kamulaştırılması’nın (Toprak Reformlarının) altında da başka bir hesap varmış
Yıllarca toprak reformları oldu veya reform projeleri ortaya atıldı ve unutulan topraklar bu projelerde pilot uygulama alanı seçildi. Sağlıkta, eğitimde, sporda vb. alanlarda yapılan reformların hiçbiri Urfa’da olmazken neredeyse tüm kadastral reformlar Urfa’da gerçekleştirildi. Bu işin kerametini de söz konusu belge aydınlatır nitelikte…
“Acil İşler” listesinde dört-beş madde salt toprak uygulamaları için ayrılmış, en dikkat çekici olanında ise:
“Gerek eşhastan istimlak yoluyla alınan araziyi ve gerekse hazine arazisini tamamen yerli halka dağıtmayarak, gelecek muhacirler için elde bir miktar ihtiyat bulundurmak” ifadesi yer alıyor. Yani devletin, halka yıllarca “arazileri ağaların elinden alıp, eşit bir şekilde dağıtacağız” şeklinde ki Keynesçi propagandaları, aslında bir asimilasyon aracı olarak kullanılacakmış. Oysa o dönemlerde böyle bir proje her gündeme geldiğinde ağalar ellerindeki arazileri yakın aileler üzerine geçirerek bu kanunlara karşı kendi çıkarları doğrultusunda önlem almışlardı. Bu projeler yaşama geçmediyse büyük oranda bu önlemin etkisi vardır da diyebiliriz. Kimi yerlerde de muhacirlerin veya Karadenizlilerin Kürdistan’a yerleştiklerini de görmüşüzdür. Örneğin; Van’da, Trabzon’dan gelen Türkleşmiş Lazların kurdukları köyler ve Diyarbakır’da Türkmenlerin sonradan yerleştiği köyler bulunmaktadır.
Maarif işlerde “Türk milliyetçiliği aşılanacak”, “erkek ve kız misyonerler yetiştirilecek”(!)
Eğitim alanındaki politikalarda sınır tanımayan bir şöven histeriyle sunulan görüşler etik dışı olmakla birlikte toptan Kürt kültürünü yok etme anlayışının örneklerini taşıyor. “Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere, yüksek tahsil imkanları sağlanması” görüşünün yanı sıra misyonerlik özel ‘müessese’sinin kurulması istenmiştir. Ayrıca “Öğretmen okullarında, çok geri kalmış bölgelerimiz ve bilhassa Doğu bölgemiz halkının, Türk çoğunlukla kaynaştırılması ve devlete ısındırılması usullerini öğretmek ve genç öğretmen namzetlerine, Türk Milliyetçiliğinin esasını aşılamak” ifadesiyle zihnin içyapısı ortaya konulmaktadır.
Nitekim yine plan çerçevesinde “Irk bakımından, menşei ile ilgili araştırmaların yanında, Türk Siyasi düzeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkan sağlayan bir düzen olduğunu telkin eden, bir inandırma faaliyetine girişilmelidir” denilerek aslında kendilerinin de inanmadıkları bir somut durumu halka inandırmaya kalkmışlardır.
Özel radyo ve radyo kanalları üretip halka dağıtarak, yurtdışından yayın yapan Kürtçe radyoların (Erivan Radyosu) dinlenmesini önlemek istemişler.
“Türk Enstitüsü kurulacak ve Kürtlerin Türk oldukları ispat edilecek”
Türk tarih kaynaklarının nasıl şekillendiğini anlamamıza yardımcı olan bir karar daha gözlere çarpıyor: “Bir üniversiteye bağlı olarak, derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak;
a) kendini Kürt sananların menşeinin Türk olduğu ispat olunarak yayınlanmalı;
b) Doğunun Türk tarihi yazılarak neşredilmeli.” Bu ifadeler de Türk siyasetinin tarih üzerindeki etkilerini resmi bir şekilde ortaya koyuyor. Yani Kürt’ün var olup olmadığını kendi işine geldiği şekilde söylenecek diyor, sonrada bu sonuca ulaşılsın diye araştırma yapılması emrediliyor. İşte Türk tarih anlayışı!
Sonuç:
Daha birçok akıl almaz düzenlemeler yapmaya çalışan dönemin askerleri, aslında bir yanda düşünce özgürlüğü, sendikalaşma hakkı vb. yönünde kimi adımları atarken Kürt sorununda yine en geri mantıkla çözümsüzlüğü derinleştirmeye çalışmış. Kürtlerde bir söz vardır: “ya ku em bi seri sond duxun tu yi; tu ji usa diki” (başı üzerine yemin edecek kadar değerli olanımız sendin; sen de bunu yaptın) şimdi Türkiye’de de “ilerici” olan hükümet buydu, bunlar da böyle yaparsa; gerisi ne yapar?
Not: Bu yazı, daha önce Çoban Ateşi Gazetesi ve Sosyalist Mezopotamya internet sitesinde yayınlanmıştır.www.peyamaazadi.org
Beyaz soykırım : Kürtlere siyasi ve askeri asimilasyon
Osmanlı'dan AKP'ye... Çözüm Getirmeyen YAKLAŞIMLAR...
“İsrail Kürdistan ile ilişki kurmak istiyorken Kürdistan İsrail ilişkisinden utanıyor”
Kürt sorununa çözüm cephesinde yeni bir şey var mı? Cengiz Çandar : Yeni bir şey yok
Şeyh Said zamanında, Ağrı’da, Dersim’de PKK mi vardı? Ama yine katliam yaptınız.
0 Yorum:
Post a Comment